Altın sarısı kum tepecikleri ufuk çizgisiyle buluşuncaya kadar uzanırken, uzaklardan, Mekke’nin mütevazı bir evinden sevinç çığlıkları yükseldi. Bir yetim doğuyordu. Büyüdüğünde dünyanın sevgiye, adalete, hürriyet ve hakka susamışlığını giderecek bir yetim.
Doğduğu evin birkaç adım ötesinde, Kâbe’nin dört bir yanını saran putlar sıra sıra dizilmişlerdi. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in (aleyhisselâm) tek Allah’a ibadet maksadıyla inşa ettikleri Kâbe’nin etrafında taş ve tahtadan yontulmuş yüzlerce put vardı. Akıl iflas etmişti yine. Kafaları küf sarmış, düşünceler ise donmuştu.
Mekke’den uzak bir şehirde, Medine’de, canlarını kurtarmak için Romalılardan kaçmış Yahudiler vardı. Şehrin en verimli topraklarını gasbetmiş, ticaretin yapıldığı çarşıları ellerine geçirmişlerdi. Arap toplumunun parçalanmışlığını fırsat bilerek bir sömürge sistemi kurmuşlardı orada.
Arap Yarımadası’ndan çok uzakta bulunan Roma İmparatorluğu, gücü yalnızca zayıflara yeten yaşlı ve hasta bir kartal gibiydi. Romalılar da güç ve otoriteye tapıyorlardı.
Yarımadanın doğu tarafına düşen bölgesinde su ve ateşe tapan Persler vardı. Onlar da mabetlerinde yaktıkları ateşe secde edip kurban veriyorlardı. Ülkenin sınırları içinde bulunan Sava Gölü onlara göre kutsaldı. Krallarına kisra deniliyordu. Verdiği kararlar tartışılmazdı.
O devirde Persler, Romalıları mağlup etmiş ve yeryüzünün en büyük gücü hâline gelmişlerdi. Maddî açıdan büyük olmalarına büyüktüler, fakat ateşe ilâh diye tapmaları onların ahmaklıklarını ortaya koyuyordu.
Dünyanın her tarafını saran karanlıklar her geçen gün zifirileşiyordu. Hayat, dişlinin dişsizi yediği, güçlünün zayıfı çiğnediği, kötülüğün iyiliği bastırdığı yabani bir ormana dönüşmüştü. Yüce Yaratıcı’nın insana eşsiz bir nimet olarak verdiği akıl, taş parçalarına veya zalim hükümdarların yüreklere saldıkları korkuya tapıyordu.
İşte böyle bir atmosferde, bir çocuk doğdu Mekke’de.
Dünyaya gözlerini açtığı aynı dakikalarda, Perslerin, mâbetlerinde ilâh diyerek taptıkları dev ateşler birdenbire sönüverdi. Sava Gölü kurudu. Kisra’nın o muazzam sarayında tam on dört tane dev sütun yıkılıverdi. Sebepsiz meydana gelen bu garip olayların hiçbirisine insanlar makul bir izah getiremediler. Kötülüğün kaynağı şeytan ise simsiyah kalbinin korkunç bir acıyla parçalandığını hissetti.
Bu olağanüstü olaylar dünyadaki karanlık orduların bozguna uğrayışını; aklın, hurafelerin esaretinden kurtuluşunu ve yeniden Allah’a dönüşünü simgeliyordu.
Bebek doğar doğmaz haber uçurdular dedesine. Abdülmuttalib derhal koştu Hz. Âmine’nin evine. Torununu aldı kucağına. Sardı, kokladı, sonra da Kâbe’ye götürüp tavaf etmeye başladı. Ona ne isim vermeliydi?
Gece gelip Abdülmuttalib uykuya daldığında ona Zemzem Kuyusu’nu açmasını söyleyen aynı melek geldi ve kulağına fısıldadı:
- İsmini Muhammed koy... Yerdeki ve gökteki bütün varlıkların övgüsünü kazanacak Muhammed...
Ertesi gün Kureşliler ona sordular:
- Torununa ne ismi koydun?
Abdülmuttalib:
- Muhammed.. dedi.
- Atalarının isimlerini bırakıp başka bir isim vermişsin. Neden Muhammed? diye sorunca, Abdülmuttalib rüyada gördüğü meleğin sözlerini tekrarladı:
- Gökte Allah’ın, yerde de insanların O’nu “övgüyle” yad etmelerini istedim. Gökteki meleklerin, yerdeki insanların övgüsüne lâyık olmasını ümit ettim.
Nitekim zaman, O’nun yer ve gök ehlinin övgüsüne en lâyık insan olduğunu ispat etti.
O Büyük Yetim, henüz anasının karnında üç aylıkken babasını yitirmişti. Annesi O’nu kucağına alıp, öptü, kokladı, bağrına bastı ve çölün çeşitli kabilelerinden gelen süt anneleri beklemeye koyuldu.
O devrin geleneklerine göre süt anneler Mekke’ye gelip zengin ve soylu ailelerin bebeklerini alır, kabilelerine dönerlerdi. Çocuk beş altı yaşına kadar süt annesinin ailesiyle birlikte kalırdı. Daha sonra da ailesine tekrar teslim edilirdi.
Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) mütevazı bir aileden olduğu için süt annelerden hiçbirisi O’nu almaya yanaşmadı. Bebeklerin karınları süt annelerinin sütleriyle doyarken, kendisi açtı. İlâhi hikmet, O’nu, istikbalde üstleneceği büyük görev için hazırlıyordu. Gelecekte yetim ve aç kalmışları kucaklayıp kurtuluş sahillerine götürecek olan Hz. Muhammed’e (aleyhissalâtu vesselâm) Allah şimdiden yetimlik ve açlığın anlamını öğretiyordu. Halime isminde bir süt anne Hz. Âmine’nin evine gelip bebeği kucağına aldı. Fakir bir kadındı. Sordu:
- Babası kim?
Dediler:
- Vefat etti.
- Dedesi zengin biri mi?
- Hayır.
Diğer süt anneler zengin çocuklarını kapmış, Halime çocuksuz kalmıştı. Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtu vesselam) pırıl pırıl parlayan çehresine bakarak şöyle dedi Halime:
- Birkaç senedir rızkım pek az... Sen de fakir bir yetimsin... Nasıl bir hayır getirirsin bana acaba? Eli boş dönmek de istemiyorum doğrusu...
Halime kararını vermişti. Bebeğin ailesine dönüp:
- Tamam, dedi. Bu yetimi alıyorum.
Ellerini uzatıp o yetimi kucakladığında tarihin en büyük kapısına silinmeyen harflerle adını yazdırdığını nereden bilecekti Halime. Kucağına aldığı bebeğin, insanlığın Efendisi olduğunu bilseydi böyle mi diyecekti acaba?
Halime, kabilesine, yetim bir bebekle döndü. O yetim yerin-göğün bereket kaynağıydı aslında. Evine döner dönmez Halime, hayır ve bereketin sağanak bir yağmur şeklinde ailesinin üzerine yağmaya başladığını gördü. Çorak topraklar yemyeşil verimli arazilere dönüştü. Kurumuş hurma ağaçları, yeniden canlanıp meyve vermeye başladı, hem de yığın yığın. Davarlarının sayısı şaşırtıcı bir şekilde arttı. İnekler semizledi ve daha önce verdiği sütün kat kat fazlasını vermeye başladı.
Halime bu olağanüstü bereketin sebebini anlamıştı. Evet O’ydu. O mübarek yetim... Beş yaşına ulaştığında ise Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) vücudu büyük bir mûcizeye mazhar oldu. Cebrâil (aleyhisselâm) ilâhi bir emri gerçekleştirmek üzere dünyaya inmişti. Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yere yatırıp göğsünü açtı, kalbini merhamet iksiriyle yıkadı ve ilâhi nurlarla aydınlattı... İşte o anda şeytan çığlık attı:
- Eyvah! O’nun kalbi üzerinde hiçbir tesirim kalmadı. Bundan sonra O, bir an bile alçalmadan sürekli yükseklere uçacak...
Cebrâil (aleyhisselâm), Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbini yıkadıktan sonra melekler şöyle dediler:
- Bu çocuk daha önce hiçbir insanın erişemediği, bundan sonra da erişemeyeceği bir makama ulaşacak...
Kalbi ilâhi nurlarla yıkanan çocuğun hayatı o günden sonra büsbütün değişti. O’na çocuk derken kalemim titriyor aslında. Ona çocuk diyebilir miyiz acaba? Çünkü O, çocukken bile bir olgun gibi yaşıyordu. Diğer çocuklar oyun oynarken, kendisi bir köşeye çekiliyor, başını semaya kaldırıp derin düşüncelere dalıyordu. Henüz o yaştayken yüzünün aldığı ciddiyet ifadesi, ancak sorumluluk sahibi büyük insanlarda görülebilirdi.
Aradan yıllar geçti... Artık Halime’den ayrılma ve annesine kavuşma zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), bir müddet, hüznün, çehresinde olağanüstü bir mânâya büründüğü annesi Hz. Âmine’yle birlikte yaşadı. Vefa timsali büyük kadın kocasını unutmamıştı. Bir gün Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek için bebeğini kucaklayıp Medine şehrine yöneldi. Arabistan çölleri, güneşin yakıcı ateşiyle kavruluyordu. İki şehir arasındaki mesafe beş yüz kilometreydi. Hiçbir hayat emaresinin görünmediği upuzun bir yolda Hz. Âmine, altı yaşındaki çocuğu ve hizmetçisi yürüyorlardı.