paylaş
FaceBook

http://islamisigi.de/images/onmenuresimleri/Alemlere-Rahmet-Hz.-Muhammed-sas.png

Aradan yıllar geçti.

Allah Resûlü’nün mübarek eşi Hz. Âişe validemiz kapının önünde oynayan çocuklara şöyle seslendi:

- Sesinizi yükseltmeyin, Allah Resûlü hasta...

Çocukların üzerine derin bir sessizlik çöktü. Endişe ve korku dolu gözlerle Âişe validemize baktılar. Gerçekten de son birkaç gündür Allah Resûlü oyunlarına katılmamıştı. Tebessüm ettiğinde güneşler gibi parlayan çehresi solgundu şimdi.

Allah Resûlü odasına girdiğinde yorgun ayakları bütün insanlığın dertlerini yıllarca yüklenmiş bedenini taşıyamaz hâle gelmişti. Göklerin, yerin ve dev dağların taşımaya cesaret edemediği emanetin altına tek başına girmişti. Allah’tan aldığı emirleri tastamam bir şekilde insanlığa iletme, aklı vehim ve hurafelerin esaretinden kurtarma ve tek Allah’a secde etmeydi büyük emanet. Sağ koluna amcası Hz. Abbas’ın oğlu Hz. Fadıl, sol koluna Hz. Ali girmişti. Hastaydı, bitkindi...

Aişe validemiz, Allah Resûlü’nü yatağına yatırdıktan sonra elini mübarek alnına koydu. Yanıyordu sanki. Gözyaşları içinde Allah Resûlü’ne:

- Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü ağrın var mı?

Validemizi sakinleştirmek için tebessüm etti ve kendini derin bir uykuya saldı.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) baştan başa çileli bir hayat yaşamıştı. O tam anlamıyla bir çile insanıydı. İşte Hira Mağarası’nda ilk vahiy... Ne garip bir korku ve ne harika bir huzurdu o gün hissettiği! Sonra görüntü değişti ve bir nefret fırtınası sarıverdi her yanı. Rüzgarın elleri; iftira, küfür ve hakaret kumlarını getirip O’nun yüzüne saçıverdi. İnsanlar.. kalpleri hakikate kapalı insanlar... Allah Resûlü, dudaklarında tebessüm, kalbinde hüzün, çölün dalga dalga uzanan kum tepelerinin ortasında yapayalnız. Sonra birdenbire karşısında beliren insan kalabalıklarına seslenişi:

- Ey insanlar! Allah’tan başka ilâh yok...

Birkaç sözcükten oluşan, kısa bir cümlecikti ağzından çıkan. Fakat dünyanın bütün karanlık güçlerini korkutmaya yetmişti. Hayatın her tarafını işgal eden maddi-mânevî putlar, bütün silâhlarını kuşanıp O’nun üzerine yürüdüler. Liderler, servetler, altınlar, şeytan ve şeytanın köleleri, ihtiraslar, münafık çehreler ve onun varlığından rahatsız olan ne kadar karanlık güç varsa, hepsi karşısında durdu. Birkaç sözcükten oluşan o kısa cümlecik, onları yok edecek kadar kuvvetliydi:

- Allah’tan başka ilâh yok...

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Hicret gecesi Mekke’deki evindeydi. Karanlıktı. Evin çevresini kuşatan kırk tane savaşçı onu öldürmek için gelmişlerdi. Yanında duran Hz. Ali’den o gece yatağında yatmasını istedi. Biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi kapıyı açıp karanlıkta durdu. Günahın askerleri ellerindeki silâhlarla her tarafı tutmuşlardı. Yere eğilip bir avuç kum aldı ve onu düşmanların yüzlerine saçtı. Biraz sonra hepsi uyudu. Allah Resûlü, gecenin ortasında kuşatmayı delerek çıkmıştı. Allah’ın karşısında kim durabilirdi ki..!

Günler birbirini takip ediyor, yol bitmiyordu. Arap Yarımadası’nın çölleri ateş gibi kaynıyordu. Yorgun bedenler, çatlamış dudaklar ve gittikçe uzayan kum tepeleri...

Mekkeli müşrikler peşlerindeydi. Biraz sonra O (aleyhissalâtu vesselâm) ve arkadaşı Ebû Bekir’le birlikte karanlık bir mağaraya sığınıyorlardı. Silâhları yoktu. Düşmanınsa silâhı çoktu. Müşrikler mağaranın kapısına kadar gelmişlerdi. Aralarından biri başını uzatsa içeridekileri görecekti. Fakat Allah, bir güvercin gönderdi mağaraya. Güvercin derhal bir yuva kurdu kapısında ve yumurtalarının üzerine oturdu. Bir örümcek, hemencecik bir ağ ördü mağaranın ağzına. Allah Resûlü’nün silâhları işte bu güvercin ve o örümcekti sadece.

Müşrikler mağaranın kapısındaki güvercin ve örümceği görünce, burasının yıllardan beri ıssız olduğunu düşündüler ve dönüp gittiler. İnce örümcek ağları, müşriklerin kalın ve keskin kılıçlarına; güvercinin dayanıksız yumurtaları demir zırhlarına galip gelmişti. Böylece Allah Resûlü ve arkadaşı kurtulmuşlardı...

Nebiler Sultanı, Medine’ye giriyordu. Ensar, büyük bir coşkuyla onu karşılayıp gönüllerini açıyorlardı. Aile ve akrabalarının onu terk ettiği bir dönemde Medine halkı ona sahip çıkıyordu. O bir güneşti. Onlar da etrafını bir hâle gibi saran yıldızlar. O gün İslâm, kendi medeniyetini Medine’de kurmaya başlamıştı. Daha önce de o medeniyeti oluşturacak insanları yetiştirmişti.

Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) kılıcını kuşanıp zırhını giymek ve savaşmak zorunda bırakılıyordu. Başka ne yapabilirdi? Karanlığın orduları, Allah Resûlü’nün kurduğu aydınlık dünyayı yok etmek için Medine’ye dayanmışlardı. Kılıca kılıçla karşılık vermekten başka çare yoktu. Şayet onlar bir gül yaprağı uzatsalardı, kendisi onlara gül bahçeleri sunacaktı.

Müslümanlarla müşrikler arasında kanlı savaşlar başlamıştı. Huneyn’de küfür ordularının sayısı Müslüman askerlerden kat kat üstündü. İki ordu tutuşunca müthiş bir toz bulutu koptu.. savaşçıların terleriyle kanları birbirine karıştı.. oklar uçuştu, kılıçlar çarpıştı.. ölüm, meydandaki bir çok savaşçının canını aldı. Müslümanlar bir ara sarsılır gibi oldular. Kâfirler tam kazandık derken, Allah Resûlü’nün sesi yankılandı meydanda:

- Ben Allah’ın Resûlü Muhammed’im!.. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum.

Büyük Komutan (aleyhissalâtu vesselâm) düşman saflarına tek başına dalmıştı. Biraz sonra Müslüman ordusu toparlandı ve savaş zaferle noktalandı. Savaş bittikten sonra Allah Resûlü, savaşçılar arasında ganimetleri paylaştırmak için oturdu. Ensar dışındaki herkese verdi. Ensar’ın içinden yeni Müslüman olmuş ve henüz istenen olgunluğa erememiş bazı kimseler Allah Resûlü’nün kendilerini unuttuğunu düşündüler.

Bu yüzden büyük bir fitne çıkabilirdi. Fakat Allah Resûlü fetanet sahibiydi. Problemleri tereyağından kıl çekme rahatlığı içinde çözerdi. Ensar’ı özel bir yerde topladı ve onlara şu tarihi konuşmayı yaptı:

- Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık varmış. Ey Ensar topluluğu! Bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiysem, onlara İslâm’ı sevdirmek içindir. İnsan, imanının karşılığını dünyada almaz. Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Allah Resûlü’yle birlikte dönmek istemez misiniz? Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği tarafa giderim. Şayet hicret meselesi olmasaydı, ben Ensar’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Allahım, Ensarı, çocuklarını ve torunlarını koru!..

Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Resûlü bize yeter.. biz başka bir şey istemiyoruz..” diye mırıldanıyorlardı.

......

Efendiler Efendisi, Hz. Âişe validemizin sessiz ağlamalarıyla uyandı. Gözlerini açıp Hz. Aişe validemize baktı baktı... Başında şiddetli ağrılar vardı. Fakat onu üzmemek için dişini sıkıp belli etmemeye çalıştı. Gözlerinin içine baktı ve tebessüm etti. Sonra yeniden kapandı gözleri.

Nebiler Nebisi, yorucu savaşlardan sonra Mekke’ye giriyordu. Muhteşem bir gündü. İslâm ordusu, Mekke dağlarından şehre doğru karşı konulması imkânsız bir sel gibi gürül gürül akıyordu. On bin zırhlı ve silâhlı asker şehre giriyordu. Gözleri dışındaki bütün vücutları zırhlarla kaplıydı. Işık ordusunun kılıçları, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Birlikler, arka arkaya resmi geçit yapıyorlardı. Okçular, piyadeler, süvariler; Ensar, Muhacirler ve hepsinin başında Nebiler Nebisi...

Bir gece vakti, en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’le birlikte ayrıldığı Mekke’ye şimdi büyük bir orduyla giriyordu. O gün Onu öldürmek için ölüm avcılarını salan Mekke, bugün kendini ona teslim ediyordu. Allah Resûlü, savaşlar kazanmış büyük bir komutandı. Fakat her nimetin Allah’tan geldiğini hiçbir zaman unutmamıştı. Mekke’ye girerken tevazudan iki büklümdü. Başı neredeyse bineğinin semerine değiyordu.

Mekke halkı, bir araya toplanmış ağzından çıkacak idam fermanını bekliyordu. Rahmet Peygamberi onlara yaklaştı ve:

- Gidin, serbestsiniz... Bugün size herhangi bir kınama yok.. Allah sizi bağışlasın.. dedi.

Nebiler Nebisi, Kâbe’yi putlardan temizledi ve Hz. Bilâl’e ezan okuttu. Kâbe gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bundan sonra Müslümanlar orada tek ilâh olan Allah’a ibadet edeceklerdi.

Allah Resûlü gözlerini açtı. Yanı başında kimsecikler yoktu bu kez. Ateşi yüksekti. Vücudunda dayanılmaz acılar vardı. Hz. Âişe validemize seslenip soğuk su istedi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımları, ateşini düşürmek için vücuduna soğuk sular dökmeye başladılar. Nihayet ateş hafiflemişti. İnsanlara söylemediği bir şey kalmış mıydı acaba?!

Ümmetine her şeyi öğretmişti. Şayet insanlar “Kur’ân-ı Kerim ve Nebiler Sultanı’nın Sünneti”ne sarılırlarsa sapmayacaklardı.

Allah Resûlü, gözlerini kapadı ve tekrar derin bir uykuya daldı.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı’nda yüz bini aşkın Sahabe’ye Allah’ı anlatıyor ve son sözlerini söylüyordu. O kutlu topluluğa dünyaya veda etme vaktinin yaklaştığını hissettiriyordu.

Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyordu. İnsanlara İslâm’ı öğretecekti. Allah Resûlü, Hz. Muaz’ın atının yularını tutup yürürken, son telkinlerde bulunuyordu:

- Öbür tarafta takva sahipleri benimle birlikte olacaklar.. Allah’ı sevenler ve Allah’tan korkanlar.

.....

Nebiler Nebisi bütün insanlık için rahmetti. Gerçek kardeşlik ve tevazuun sembolüydü. İnsanlığın gördüğü en büyük liderdi, fakat insanlardan bir insan gibi yaşamıştı. Çoğu kez Ashabına şöyle derdi:

- Ben Allah’ın kuluyum. Benden bahsederken “Allah’ın kulu ve Resûlü” deyin.

Ashabı, O’nu gördükleri zaman ayağa kalkarlardı. O ise kalkmamalarını söyler, boş bulduğu yere otururdu. Ashabıyla ilgilenir, dertlerini dinler, çözmeye çalışırdı. Çocuklarla oyun oynar, onları kucağına oturtur gönüllerini alırdı. Büyük-küçük ayırt etmeksizin herkesin davetine icabet ederdi. Bir kimsenin hasta olduğunu işittiğinde Medine’nin en ücra köşesinde bile olsa onu ziyarete giderdi.

Karşılaştığı insana önce kendisi selâm verirdi. Kendisi namaz kılarken derdi olan bir kimse geldiğinde namazı kısa keser, problemini çözdükten sonra tekrar namaza dönerdi. Toplumda en güler yüzlü insan O’ydu. En iyi kalpli, en cömert de.

Kendi işlerini kendisi görür, evde olduğu vakitlerde hanımlarına ev işlerinde yardım ederdi. Elbiselerini yıkar, yırtıklarını dikerdi. Koyunlarını kendisi sağar, ayakkabısını kendi elleriyle tamir ederdi. Mütevazıydı, hizmetçilerle yemek yer; fakir, muhtaç ve kimsesizlerin yardımına koşardı. Namaz kılarken torunları onun sırtına çıkar, onunla oyun oynarlardı. O da bunu hoş görüyle karşılardı.

Merhamet kanatları o kadar genişti ki, yalnızca insanları değil, hayvanları ve ağaçları da kuşatmıştı. Soğuktan kaçıp evine sığınan kediye kapısını açar, onu içeri alırdı. Hayvanları kendi elleriyle yedirir, içirir, temizler; hasta ve yaralı kuşları tedavi ederdi. Ağaçları da korurdu. Savaşa giden İslâm ordularına sıkı sıkı şöyle tembih ederdi:

- Çocukları, yaşlıları, kadınları, din adamlarını öldürmeyin. Evleri yıkmayın. Ağaçları kesmeyin..

Eline geçen malları Allah yolunda dağıtırdı. Çocukları, fakir ve dul kadınları yedirir, kendisi aç yatardı. Yarını için hiçbir şeyi biriktirmezdi. Öyle ki vefat ettiğinde, bütün Arap Yarımadası kendi yönetiminde bulunduğu hâlde, ailesi için satın aldığı yiyecek karşılığında zırhını bir Yahudi’nin yanında rehin bırakmıştı.

Efendiler Efendisi gözlerini açtı. Cebrâil (aleyhisselâm) baş ucunda durmuş, onu seyrediyordu. Hz. Cebrâil:

- Selâm Sana ey Allah’ın Elçisi! dedi. Ölüm meleği huzuruna girmek için izin istiyor. O, daha önce hiç kimseden izin istemedi, bundan sonra da hiç kimseden istemeyecek. Allah, Sana iki seçenek sunuyor: dünya nimetleri arasında yaşamak veya kendisiyle buluşmak. Dilediğini seçebilirsin.

Kâinatın Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem):

- Yüceler Yücesi Dostu istiyorum... diye mırıldandı.

Cebrâil (aleyhisselâm), ölüm meleğine yol vermek için geri çekildi. Ölüm meleği Allah Resûlü’nün odasına girerken kanatlarını yerlere kadar serdi. Edeple eğilip, O’na selâm verdi...