Kur‘an-ı Kerim‘de Musa aleyhisselam ile bir deniz kenarında buluşma hikâyesi anlatılan mübarek kişinin Hz.Hızır olduğu konusunda ittifak vardır. Ancak Hz.Hızır‘ın yaşadığı dönem ve hali hazırda yaşayıp yaşamadığı bazı kişilerce tartışılmaktadır. Hızır acil servisi, Hızır gibi yetişmeyi diline ve kültürüne yerleştiren Türk milleti için Hızır hala yaşayan İslami bir değerdir. Kim ne derse desin. Mavi Marmara Gemisi de Hızır gibi yetişecekti Gazze‘ye; ama yol kesici ve katil İsrail, Hızır‘ı bile yolundan alıkoyabileceğini, Hızır‘ı katledebileceğini gösterdi. Ne var bu Gazze‘de böyle, nedir bu ısrar, diyenlere karşı bir Gazze hikâyesi anlatmak istiyorum. Ladikli Ahmet Ağa ismini bir kesim insan duymasa bile milletimizin kahir ekseriyeti duymuş, bir menkıbesini okumuş veya dinlemiştir.
1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik (Halıcı) kasabasında dünyaya gelen Ahmet Ağa, yıllarca çobanlık yaptığından, Çoban Ahmet olarak tanınır. Sonradan Elma soyadını almıştır Hazret. Ümmi bir şahsiyettir. Evliyaullah arasında "rical‘ülgayb‘ten biri olarak isimlendirilir. 26 sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı Gazisidir Ahmet Ağa.
Ahmet Ağa, Kanal harekâtında İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ omzundan hilal şeklinde yaralanır. Bu Kanal Harekâtı da neydi diyenlere kısaca hatırlatalım. 1914‘te kurulan 4. Ordu Komutanlığı‘na getirilen Cemal Paşa‘nın 16.000 kişilik ordu ili Sina Çölü‘nü geçerek İngilizlere karşı verdiği bir İslam savaşıdır Kanal Harekâtı.
İşte bu savaşa katılan gazilerden biridir Ahmet Ağa. Yaralanmıştır. Sonrasını ondan dinleyelim: "Seferberlik zamanında Gazze‘de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler; Ahmet, delilik etme, ye yemeğini, diyorlardı. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp, "Ahmet! Evladım, Ben seni sevdim." buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘e karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim."
Aynı yerde birkaç gün sonra İngiliz kâfiri yaralı askerlerimizi ‘ölmeyen kalmasın‘ diyerek süngüler. Bu esnada Ahmet Ağa, başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşman, hiç diri asker kalmadı diyerek uzaklaşıp gider. Ahmet Ağa orada, aç susuz yaralı bir vaziyette birkaç gün kalır. Gazze‘yi de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: "Allah‘ım! Beni düşman eline bırakma."
Savaş esnasında en yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düşüşlerini yaralı bir vaziyette seyreder. Arkadaşlarının hepsi şehit olur.
Olayın devamını şöyle anlatıyor Ahmet Ağa: "Şehit ve yaralı arkadaşlarımın arasında, sızlayan yaralarımdan kanlar akarken, o çöl sıcağında kavrulan kumlar üzerinde, ciğerlerim susuzluktan yanıyordu. Yakın civarımızda kuş uçmuyordu. Bütün ümitlerin tükendiği bir andı. Artık, gönlümce Mevlâ‘ya yönelmiş, şehit olarak kendisine kavuşma anını bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; asıl karargâhımıza üç günlük mesafedeydi. Bu arada, hiçbir canlı yoktu. Bir yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Ben böyle baygın vaziyette iken, sabaha karşı üzerimize yağmur yağmış ve bununla kendime gelmiştim. Ümitlerin tükendiği o anda, nihayetsiz kerem sahibi Yüce Mevlâmızın kudret ve vefa eli yetişti ve bizi kurtarıp Hakk‘a vasıl eden kapıları bir yudum su ile sunuverdi. Beyaz ata binmiş nûrânî bir zat bize doğru yaklaştı ve bana: -Esselâmü aleyküm! Ahmed yaralandın mı; kalk yanıma gel! dedi. Doğrudan bana, ismimi söyleyerek selâm verince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım ve:- Kalkamıyorum, yaralıyım! dedim. Kendisi atından indi ve benim yanıma geldi. Üzerime düşüp kalmış olan şehit arkadaşlarımı üzerimden çekip kaldırdı. Susuzluktan yanıyordum.
- Ahmet! Sana su vereyim mi? dedi ve bana, atının terkisinden su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma, taze hayat bahşeden, o vefa elinin verdiği aşk ve şifa suyunu kana kana içtim. Beni tutarak, ellerini sızlayan yaralarımın üzerinde gezdirirken, acılarım duruyor ve taze hayat buluyordum. Çölde içtiğim o su, beni başka bir âleme götürdü. Bana ne oldu ise; Rahman‘ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu! Sonra beni kaldırıp atına bindirdi. En yakın üç günlük yoldaki genel karargâha götürdü. Bu yolu ne zaman, nasıl geldiğimizi bilemedim. Karargâhın yakınında atından beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Bana: "Askerler gelip seni alınca, senin anlattıklarına inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün dersin.
Başından geçen olayı nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle dedi" ve kayboldu. Askerler bir sedye getirip beni içeri aldılar. Beni götürürken, birliğimi söyledim, bana inanmadılar. O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin yol buraya üç günlük mesafede buraya yol nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun, dediler. Ben de "Siz beni nöbetçi subayına götürün" dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler. Nöbetçi subayı ehl-i hal bir kimse imiş. Ben nöbetçi subayına, başıma gelen hadiseleri bir bir anlatırken, subay çok heyecanlandı. Kendisine "Beni kurtaran kimsenin size selamı var" deyince. Subay oturduğu sandalyeden kalktı ve sandalyeyi bana verdi, aynı zamanda hürmet etmeye başladı. Ve "Nasıl oldu bir daha anlat‘‘ diyerek olayı tekrar ettirdi. Her tekrar edişte heyecanı artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor da işin farkına varmış, bana inanmayanlara: Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar böyle bir koku hissettiniz mi? Şu askerin kokusuna bir bakın mis gibi kokuyor" dedi.
Elhamdülillah iyileşip taburcu oldum. Çok geçmeden bizi terhis ettiler. Memleketim Ladik‘e geldim. İşte, (Hızır) Hocamın beni çölde yaralı iken kurtardığı sırada bana verip içirdiği hayat bahşeden aşk şerbetinden sonra içimde, Allah ve Rasulüne karşı bir aşk başladı. Aşk ateşi günden güne beni yakmaya ve dağlara sürükledi. Evde duramaz, derdimi de kimseye açamaz oldum.
Bu atlı kişinin sonradan Hızır aleyhisselâm olduğu bildirilecektir Ahmet Ağa‘ya. Çünkü giderken "Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecek." der.
Ladikli Ahmet Ağa askerlik hatıralarını anlatırken şunları da anlatır: "Cephenin birisinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük. Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu Arkadaşım bana gelerek, ‘Ahmet. İkimizin de burada esir durması vatanımız için zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç, kurtul, cepheye git.‘ dedi. Ben de ona, ‘Senin yapacağın işi ben yapayım.‘ dedim. Arkadaşım, ‘Ya Allah, bismillah!‘ deyip yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra arkadaşımla buluştuk. Allah‘a şükürler olsun ikimiz de esirlikten sağ salim kurtulduk.
Topla tüfekle harp etmek şöyle dursun, süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman, düşman elektrik çarpmış gibi olurdu. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşmanın üzerine atarlardı.
"Sen madalya almadın mı?" diye soranlara, "Savaştan sonra madalya dağıttılar. Geri hizmette bulunan bir askere madalya vermemişler. Onun ağlamasına dayanamadım; çıkarttım, madalyamı ona verdim. Bir sevindi ki görecektiniz... Sen neden gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar maaş alıyorlar." denilince de "Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim." demiştir.
Ladikli Ahmet Ağa‘nın Konya Kadınhanı İlçesi Askerlik Şubesindeki askerlik dosyası üzerinde yapılan inceleme neticesinde, seferberlik zamanında l5-16 yaşlarında askere alındığı, en az 16 yıl, en fazla 26 yıl askerlik yaptığı sonucuna varılmıştır.
8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahman‘a kavuşur.
Kabri, Lâdik Kasabası mezarlığındadır. Gazzeli Ahmet Ağa‘ya El-Fatiha.