Peygamberlik güneşinin kâinatı aydınlatmasının üzerinden altı yıl geçmişti. Şirk ile tevhid arasındaki mücadele her geçen gün daha da artıyordu.
İman safına geçenlerin sayısı arttıkça, müşriklerin baskı ve zulümleri de o nispette artıyordu. Resûlullah (a.s.m.) İslam’ın kuvvetlenmesi ve Müslümanların zulüm ve işkenceden kurtulması için çareler arıyordu. Bu maksatla, bir grup Müslüman’ın Habeşistan’a hicret etmesine izin veriyordu.
Müşriklerin bir araya toplanıp Resûlullah’ın vücudunu ortadan kaldırma kararı aldıkları günlerdi… Müslümanlar ibadetlerini gizli olarak yapıyorlardı. Henüz Müslüman olanların sayısı 40’a ulaşmamıştı. Resûlullah (a.s.m.), müşrikler arasında bulunan, güçlü kuvvetli ve halk arasında itibarlı iki Ömer’den birinin Müslüman olması için Allah’a duada bulundu ve şöyle niyaz etti:
“Allah’ım! İslam’ı Ebû Cehil bin Hişam veya Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir!”[1]
Ne gariptir ki, bu iki Ömer’den biri olan Ömer bin Hişam, diğer namıyla Ebû Cehil, Resûlullah’ı öldürecek olana 100 deve vaat ederken, Ömer bin Hattab da bu teklifi kabul edip Resûlullah’ı öldürmek üzere yola çıkıyordu…
O Ömer ki, cesaret ve şecaatiyle Kureyş arasında nam salmıştı. Dediğini yapar ve kendisine hiç kimse mâni olamazdı. Kılıcını kuşanıp Resûlullah’ı öldürmek üzere yola çıktı.
Bütün hiddet ve şiddetini üzerinde toplamış, gidiyordu. Yolda yeni Müslüman olmuş Nuaym’a rastladı.
Nuaym:
“Nereye gidiyorsun böyle, ey Ömer!” dedi. Ömer (r.a) celalliydi:
“Kureyş’in arasına yeni din icat edip ayrılık düşüren Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya!” cevabını verdi. Nuaym:
“Ey Ömer,” dedi, “kız kardeşin ve enişten de onun dinine girdi. Ondan haberin var mı? Sen önce onları o dinden döndür.”
Ömer bir şaşkınlık ve tereddüt geçirdi. Sonra hışımla yolunu değiştirdi ve doğruca eniştesinin evine yöneldi.
Ömer bin Hattab, kız kardeşinin evine gelince kapıda durdu ve içerden yanık sesle eniştesinin Kur’ân okuduğunu işitti. Hızla içeri daldı. Eniştesi ve kız kardeşi, okudukları Kur’ân sayfasını hemen sakladılar. Ömer:
“Getirin bakayım okuduğunuzu!” dedi.
“Yok bir şey!” dediler. Ömer öfkeyle:
“Demek duyduğum doğruymuş, siz de ona uymuşsunuz!” dedi. Hemen arkasından eniştesinin yakasından tutup yere yapıştırdı! Kocasını kurtarmak isteyen kız kardeşi Fâtıma’yı, indirdiği darbelerle kanlar içinde bıraktı. Kız kardeşi hem ağlıyor, hem de Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanlığını ilan ediyordu.
Bu acıklı manzara birden Ömer’in öfkesini dindirdi. Gazabının yerini bir acıma aldı. Yumuşak bir sesle:
“Getirin bakalım okuduğunuzu.” dedi. Fâtıma (r.anha) ondan, önce temizlenmesini istedi. Sonra da Tâhâ Sûresi’nin başından okumaya başladılar.
Kur’ân okundukça Ömer’in kalbinde dalgalanmalar oldu. Kur’ân’ın belagatı kalbine ılık ılık akmaya başladı. Daha fazla dayanamadan:
“Bu ne tatlı bir kelam!” dedi. Resûlullah’ın nerede olduğunu sorup öğrendi ve doğruca Dâr’ül-Erkam’ın evinin yolunu tuttu.
Resûlullah o sırada sahabilerle sohbet ediyordu. Hz. Hamza, Ömer’in gelişini gördü. Sahabiler endişeye kapıldı! Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) hiç telaş göstermeden:
“Bırakın gelsin.” buyurdu.
Hidayet güneşinin cazibesine kapılan Ömer, Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olduğunu ilan etti. Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabiler sevinçle tekbir almaya başladılar. Resûlullah’ın bir gün önce iki Ömer’den birinin Müslüman olması için yapmış olduğu dua kabul olmuştu…
Ömer, 40’ıncı Müslüman’dı. Artık o, cesaret ve kahramanlığını İslam davası uğrunda kullanacaktı.
“Ne duruyoruz?!” dedi, “Gidip Kâbe’de açıkça ibadetimizi yapalım.”
Resûlullah, sağında Ömer, solunda Hamza olduğu hâlde Kâbe’ye yöneldi. Bu manzarayı gören müşrikler şaşırdılar. Bazıları Ömer’in onları teslim aldığını sandı. Fakat Ebû Cehil durumu fark etti:
“Hayır,” dedi, “bu geliş başka geliş, Ömer’i de kaybettik!” diye hayıflandı.
Gerçekten de biraz sonra Ömer onların önünde durdu ve:
“Kimse yerinden kımıldamasın, yoksa boynunu vururum!” diye haykırdı.
Müşrikler donup kalmışlardı. Hiçbir şey diyemediler.
Böylece, Müslümanlar ilk defa açıktan açığa Kâbe’de namaz kılmaya başladılar. O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ömer’e, hak ile batılın arasını ayıran manasına “Fâruk” unvanını verdi.[2]