Hz. Câfer, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in dört oğlunun üçüncüsüdür. Onun oğulları sırası ile Tâlib, Akîl, Câfer ve Ali’den ibârettir.
Bu dört kardeşin en büyüğü Tâlib, en küçüğü de Hz. Ali’dir. Ebû Tâlib’in üçüncü oğlu olan Hz. Câfer, yaklaşık 590 yılında Mekke’de doğdu. Küçük kardeşi Ali’den on yaş büyüktü. Ebû Tâlib’in, oğullarından ayrı dört de kızı vardı. Çocuklarının fazla oluşu sebebiyle geçim sıkıntısı çektiği sırada yükünü hafifletmek üzere Hz. Peygamber Ali’yi, amcası Abbas da Câfer’i yanına almıştı. Bu sebeple Câfer’in gençlik yılları amcası Abbas’ın yanında geçti. Amcası Abbas, evlenecek yaşa gelen Câfer’i baldızı Esmâ bint Umeys ile evlendirdi.
Câfer, Mekke’de, Hz. Peygamber’e ilk îman edenler arasında yer aldı. Onun, 25. veya 32. Müslüman olduğu rivâyet edilmektedir. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara eziyet ve işkenceleri artınca Hz. Peygamber, isteyenlerin Habeşistan’a hicret edebileceğini söyledi. On bir erkek ve dört kadından oluşan ilk kâfile, 615 yılında Mekke’den Şuaybe limanına, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a geçtiler. Bu ilk muhâcirlerin iyi karşılanması üzerine bir yıl sonra, 616 yılında gerçekleşen ikinci hicret kâfilesine yetmişten fazla Müslüman katıldı. Hz. Câfer ve hanımı Esmâ da ikinci kâfile ile Habeşistan’a hicret edenler arasındaydı. Üstelik Hz. Peygamber, Câfer’i bu ikinci kâfileye başkan olarak tâyin etti. Hicret eden Müslümanlara iltica hakkı tanınmaması konusunda Kureyşliler, elçi olarak Abdullah b. Ebî Rabîa b. Muğîre el-Mahzûmî ile Amr b. el-Âs es-Sehmî’yi, Habeşistan’a gönderdiler. Habeş hükümdarı Necâşî Adhame’nin huzurunda yapılan münâzarada Müslümanları Hz. Câfer temsil etti ve dâvâsını çok iyi savundu. Bu savunmada büyük bir açıklık, cesâret ve mahâretle İslâm inançlarını ortaya koyup yurtlarını terk etme sebeplerini îzah eden Hz. Câfer, Kureyş temsilcilerinin eli boş dönmesini sağladı. Hatta bunun ardından Necâşî’nin, Câfer sâyesinde Müslüman olduğu söylenir. (Ahmet Önkal, “Câfer b. Ebû Tâlib”, DİA, VI, 548-549.)
Genç bir sahâbînin yaptığı, bize göre tarihin sayfalarına altın harflerle yazılacak bu savunmayı, hep birlikte okuyalım. Okuyacağımız bu bölümü bize, kendisi de bir Habeşistan muhâciri olan Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ) anlatıyor. Bildiğiniz gibi o da, eşi Ebû Seleme ile birlikte ikinci Habeş hicretine katılmıştı. Bir müddet sonra eşi ile Mekke’ye döndüler, sonra da Mekke’den Medîne’ye hicret ettiler. Ebû Seleme, Uhud savaşında aldığı yaradan dolayı hicretin dördüncü yılında vefat edince, Ümmü Seleme dört çocuğu ile dul kaldı. Hz. Peygamber, bu fedâkâr hanım ile evlendi ve onu müminlerin anneleri arasına katarak şereflendirdi. Şimdi biz, bu annemizi dinliyoruz:
“Habeşistan toprağına vardığımızda orada hayırlı bir komşuya, Necâşî’ye misâfir olduk. Onun yanında dînimiz konusunda güvene kavuştuk. Hiçbir eziyet görmeden ve hoşlanmayacağımız bir söz işitmeden Allah’a ibâdet ettik. Bizim bu durumda olduğumuzun haberi Kureyş’e ulaşınca, bizim hakkımızda Necâşî’ye iki güçlü adam göndermeye karar verdiler. Bu adamlarla Necâşî’ye Mekke’nin seçilmiş kıymetli eşyalarından hediyeler gönderdiler. Gönderilenler arasında en ilgi çekenler de deriden yapılan eşyalardı. Bu deriden mâmûl eşyaları müşriklerin evlerinden toplamışlar. Necâşî’nin adamlarından hiç birini ayırt etmeden hepsi için hediye hazırlamışlar. Sonra bu hediyelerle birlikte Abdullah b. Ebî Rabîa b. Muğîre el-Mahzûmî ile Amr b. el- Âs es-Sehmî’yi gönderdiler. Bu görevi bunlara verdiler ve kendilerine şöyle de tâlimat verdiler:
“Gidenler hakkında Necâşî ile konuşmadan önce, adamlarının hepsine hediyelerini verin. Sonra da Necâşî’nin hediyelerini verin. Daha sonra Necâşî, yanına giden Müslümanlarla konuşmadan önce, onları size teslim etmesini isteyin.”
Kureyş’in bu iki elçisi hazırlıklarını yaptıktan sonra, yola çıktı ve bir müddet sonra, Necâşî’nin huzuruna vardılar. Biz, onun yanında, hayırlı bir memlekette, hayırlı bir komşu ile birlikte yaşıyorduk. Bu ikisi, Necâşî’nin adamlarının tamamına hediyelerini verdiler. Kendisine hediye verdikleri her kişiye de şöyle dediler:
“Hükümdârın memleketine bizim içimizden, kendi dinlerini terkeden, sizin dîninize de girmeyen, kendini bilmez bir takım çocuklar sığındılar. Bunlar bizim de sizin de tanımadığınız yeni bir din ortaya çıkardılar. Bu gelenlerin kavimlerinin ileri gelenleri, bizi, hükümdâra, bunların kendilerine geri verilmesi için gönderdiler. Biz, onlar hakkında hükümdârla konuştuğumuz zaman, siz, hükümdârın onlarla konuşmamasını sağlayın ve bir de onları bize teslim etmesi için istişârede bulunun. Çünkü onların kavimleri, onları, başkalarından daha iyi görür, gözetir ve ayıplarını, kusurlarını daha iyi bilirler.”
Necâşî’nin adamlarının hepsi, bu teklife “evet” dediler. Bu iki elçi, daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıktı ve ona da hediyelerini takdîm ettiler. Necâşî, bu hediyeleri kabul ettikten sonra kendileri ile konuşmaya başladı ve niçin geldiklerini sordu. Bu ikisi söze başlayarak şöyle dediler:
“Ey hükümdâr! Bizden kendini bilmez bir takım çocuklar, senin ülkene sığındılar. Bunlar, kendi kavimlerinin dinlerini terk ettikleri gibi, senin dinine de girmediler. Yeni, uydurma bir din ortaya çıkardılar. Bu dîni ne biz tanıyoruz, ne de sen tanıyorsun. Bizi sana onların babalarından ve amcalarından ileri gelenler, onları geri vermen için gönderdiler. Onlar, bunlardan daha kavrayışlı kimselerdir. Kendilerine karşı işledikleri ayıpları da iyi bilmektedirler.”
Abdullah ve Amr için Necâşî’nin, kendi yanına sığınan kişilerin sözlerini dinlemesinden daha fenâ bir şey olamazdı. Hükümdârın etrafındaki adamları ve saray ileri gelenleri: “Ey hükümdâr! Bunlar doğru söylüyorlar, o gelenleri bunlara teslim et!” dediler. Necâşî, etrafındaki adamların böyle konuşmalarına sinirlendi ve şöyle dedi:
“Hayır, Allah’a yemin olsun ki, onları bu kişilere teslim etmeyeceğim. Bana komşu olan, benim ülkeme yerleşen ve başkalarına karşı beni tercih etmiş olan bir topluluğu yanıma çağırıp, kendilerine işin gerçeğini sormadan, onları bir oyuna getirerek bu adamlara teslim edemem.”
Necâşî, daha sonra Müslümanlara bir adam gönderdi ve onları yanına çağırdı. Hükümdâr’ın elçisi, Müslümanların yanına gelince, Müslümanlar toplandılar ve birbirlerine: “Hükümdârın huzuruna çıkınca ne söyleyeceksiniz?” diye sordular. Sonra da: “Vallahi bildiklerimizi, peygamberimizin bize ne emrettiğini ve bu konuda olup bitenleri söyleriz.” dediler. Sonra da hükümdârın huzuruna geldiler. Necâşî, bu sırada din adamlarını yanına çağırmış, onlar da kitaplarını etrafına yaymışlardı. Necâşî, Müslümanlara şöyle bir soru sordu:
“Kendi kavminizin dînini terk ettiğiniz, sonra benim dînime veya başka bir dîne de girmediğiniz söyleniyor. Yeni bir dîne girmişsiniz, nedir bu girdiğiniz yeni din?” Müslümanlar adına, Câfer b. Ebî Tâlib konuştu ve şunları söyledi:
“Ey hükümdâr! Biz, câhiliyye içinde yaşayan bir topluluk idik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fenâlıklar işler, akraba bağlarını koparır, komşuluk konusunda uygunsuz davranırdık. İçimizde güçlü olanlar zayıf olanları yerdi. Yüce Allah, içimizden soyunu ve asâletini bildiğimiz, doğruluğunu ve güvenilirliğini kabul ettiğimiz, iffetini ve nezih oluşunu takdîr ettiğimiz bir elçi gönderinceye kadar, biz bu hal üzere devam ettik. İçimizden gelen bu elçi, bizim ve babalarımızın, Allah’tan başka tapa geldiğimiz taştan ve ağaçtan yapılmış putları bırakarak, Allah’ın birliğine ve yalnız ona ibâdet etmeğe dâvet etti bizi. Ayrıca bize, doğru sözlü olmayı, güvenilir olmayı, akraba ile ilgilenmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramlardan el çekmeyi, insanların kanını dökmekten vazgeçmeyi emretti. Ayrıca bizi, her türlü çirkinlikten, yüz kızartıcı sözlerden ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmaktan ve onlara iftira etmekten yasakladı. Kendisine hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan yalnızca Allah’a ibâdet etmemizi, onun için namaz kılmamızı emretti. Biz de, bu elçiye inandık; kendisini tasdîk edip doğruladık ve ona uyduk. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence ettiler ve bizi yeniden o putların kulluğuna döndürmek için dînimizden uzaklaştırmaya çalıştılar. Daha önce helal saydığımız pislikleri, yeniden helal saymamızı istediler. Bunlar, bize üstün gelip zulmedince ve bize karşı taşkınlık yapıp dînimizle aramıza engel koyunca, biz de senin ülkene geldik. Başkalarına karşı seni seçtik. Senin komşuluğunu arzuladık. Senin yanında zulüm görmeyeceğimizi umduk.”
Câfer b. Ebî Tâlib’în yaptığı bu konuşmayı can kulağı ile dinleyen Necâşî, ona şöyle dedi: “O elçinin Allah’tan getirdiklerinden, senin ezberinde bir şey var mı? Eğer varsa, onları bana oku.”
Necâşî’nin bu isteğini yerine getiren Câfer, “Kâf, hâ, yâ, ayn, sâd” diye başlayan Meryem sûresinin başından biraz okudu. Vallahi, Necâşî, okunan âyetleri dinleyince, gözyaşları ile sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Yanındaki din adamları da bu âyetleri dinledikten sonra, önlerindeki kitaplar ıslanıncaya kadar ağladılar. Bundan sonra Necâşî, şöyle dedi:
“Şüphesiz bu, Mûsâ’nın ve Îsâ’nın getirdiği ile aynı kaynaktan çıkan bir nurdur.” Daha sonra da, Kureyş’in elçilerine dönerek: “Çıkınız, Allah’a yemin ederim ki, bunları size teslim etmem ve oyuna da getirilmem.” dedi. Bunun üzerine Kureyş’in elçileri, Necâşî’nin huzurundan ayrıldılar. Ayrılırken Amr b. El-Âs, şöyle söyleniyordu:
“Vallahi, yarın onlar aleyhine hükümdâra öyle bir delil sunacağım ki, onların köklerini kazıyacağım, işlerini bitireceğim.” Amr, böyle söylenirken diğer arkadaşı Abdullah da ona şöyle diyordu:
“Yapma! Her ne kadar bize muhâlif olsalar da, onlarla aramızda bir akrabalık bağı vardır.” Abdullah’ın bu sözlerine Amr, şöyle karşılık veriyordu:
“Vallahi, bunların: “Meryem oğlu Îsâ da bir kuldur.” dediklerini yarın hükümdâra söyleyeceğim.” Amr, ertesi gün, Necâşî’nin huzuruna çıktı ve ona: “Ey hükümdâr! Bu kişiler, Meryem oğlu Îsâ hakkında çok ağır şeyler söylüyorlar. İstersen onlara bir elçi gönder ve onun hakkında ne söylediklerini kendilerine bir sor.” dedi. Bunun üzerine Necâşî, Meryem oğlu Îsâ hakkında, Müslümanların ne söylediklerini öğrenmek için onlara bir elçi gönderdi ve kendilerini huzuruna çağırdı.
Ümmü Seleme (r. anhâ), bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Böyle bir olay başımıza gelmemişti. Müslümanlar, bu dâvetten dolayı son derece endîşeye düştüler. Konuyu görüşmek üzere bir araya toplandı ve kendi aralarında şöyle konuştular: “Vallahi, onun hakkında, yüce Allah’ın söylediğini aynen söyleriz. Netîce nasıl olursa olsun.” Hükümdârın huzuruna girdiklerinde, hükümdâr, onlara şöyle bir soru sordu: “Meryem oğlu Îsâ hakkında ne dersiniz?” Hükümdârın bu sorusuna Câfer b. Ebî Tâlib, cevap verdi ve şunları söyledi:
“Onun hakkında, peygamberimizin bize bildirdiklerini söyleriz. O, Allah’ın kulu, elçisi, rûhu ve kelimesidir. Allah, onu, dünyadan ve evlilikten vazgeçen, Allah’a bağlanan Meryem’e ilkâ etmiştir.”
Câfer’in bu cevâbından sonra Necâşî, elini yere uzatıp oradan bir çöp aldı ve şöyle dedi: “Vallahi, Meryem oğlu Îsâ, senin söylediğinden farklı değildir. Arada, şu çöp kadar bile bir fark yoktur.” Necâşî, bunları söylediğinde etrafında bulunan kendi adamları homurdanmağa başladılar. Necâşî de onlara: “Siz, homurdansanız da gerçek budur.” dedikten sonra, Müslümanlara döndü ve onlara şöyle dedi:
-“Sizler, serbestsiniz; çıkıp gidebilirsiniz. Benim ülkemde güven içinde olduğunuzu biliniz. Kim, size söverse cezalandırılacaktır. Tekrar ediyorum; kim, size söverse ve kim size dil uzatırsa cezalandırılacaktır. Sizin birinize eziyet ettikten sonra, dağlar kadar altınımın olmasının bana faydası olamaz. Biliniz ki, siz, emniyettesiniz.” Bu sözlerinden sonra Necâşî, kendi adamlarına dönerek onlara şöyle dedi:
-“Şu iki adamın getirdiği hediyeleri geri verin. Vallahi, Allah, bana mülk ve saltanat verirken benden rüşvet almadı ki, ben de başkasından rüşvet alayım. O, benim hakkımda insanların sözüne bakmadı ki, ben de O’nun hakkında insanlara itaat edeyim.” Necâşî’nin bu sözlerinden sonra, Kureyş’in elçilerine hediyeleri geri verildi; onlar da yüzleri kızarmış olarak dışarı çıktılar.” (İbn İshâk, Muhammed b. İshâk, Sîretü ibn İshâk (nşr. Muhammed Hamîdullah), Konya 1981, s.194-197; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 201-203.)
Aziz gençler! Yirmi beş yaşlarındaki Müslüman bir gencin, devrinin süper güçlerinden biri olan Habeş kralının huzurunda gösterdiği izzetli duruş, size bir mesaj vermeyecek mi? Ne zaman atacağız bu ölü toprağını üzerimizden. Haydi! Bir silkinelim! İzzet ve şerefimizle yola devam edelim. İzzetli gençlerin sayısını çoğaltalım. İzzetli az bir topluluk, zillet ve meskenet içerisindeki kalabalık bir topluluğa gâlip gelecektir. Bunu yakında göreceğiz inşâallah.