Tam o sırada Ebrehe’nin orduları Mekke’ye dayandı.
Habeşistan kralının Yemen valisi olan Ebrehe ahmak bir adamdı. Arap Yarımadasını işgal etmek ve özellikle Kâbe’yi yıkmak için güçlü askerlerden oluşan büyük bir ordu hazırlamıştı. Ordusunda bugünkü tankların görevlerini yapan yabani dev filler vardı. O güne kadar hiçbir savaşta mağlup olmamıştı. Ordusu, fırtına gibi geçtiği yerleri kasıp kavuruyordu. Ölüm saçıyordu karşısına çıkan şehirlere.
Gelen haberler, Ebrehe’nin Mekke’ye yaklaştığını söylüyordu. Bunu duyan halk, korku ve panik içinde derhal şehirden kaçıp dağlara sığındılar. Biraz sonra Ebrehe’ye, Kureyş liderinin kendisiyle görüşmek istediğini söylediler. Abdülmuttalib çadıra girdiğinde kendinden emin bir duruşu vardı. Ebrehe ona niçin geldiğini sorunca:
- Senin adamların bana ait olan yüz tane deveye el koymuşlar onları istemeye geldim, dedi.
Ebrehe şaşırdı:
- Çok tuhaf. Ben senin kutsal saydığın Kâbe’yi yıkmaya gelmişim. Senin derdin develerinde, deyince, Abdülmuttalib şu tarihi sözleri söyledi:
- Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin de sahibi var. O, Kâbe’yi korur.
Şimdi ordu Kâbe’nin tam karşısındaydı. Ebrehe biraz sonra emir verecek ve dev filler Kâbe’yi yerle bir edeceklerdi. Ve orduya hareket emri verdi.
Ancak...
Filler emre uymadı... toprağa çakılmış gibi donakaldılar yerlerinde, bir adım bile atmadılar. Filler en ön safta oldukları için ordunun geri kalan kısmı da hareket edemedi. Ebrehe, komutanlarına askerlerin neden ilerlemediğini sorunca komutanlar fillerin bir türlü yürümek istemediğini söylediler. “kırbaçlayın” diye emir verdi, ama beyhude.
Birdenbire fillerin gözleri, sebebi bilinmeyen bir korkuyla açıldı. Bir taraftan titriyor, diğer taraftan da panik içinde çığlık atıyorlardı. Bir anda korku, ordudaki diğer askerlerin de kalplerine sıçradı. O sırada Ebrehe’nin dev ordusundan ürken bir Mekkeli “Şimdi Kâbe’yi Ebrehe’nin ordusundan kim koruyacak?” diye bağırınca Abdülmuttalib “Kâbe Allah’ın evi değil mi? Elbette Kâbe’nin sahibi onu koruyacaktır...” diye karşılık verdi.
Abdülmuttalib bu sözleri söyler söylemez nerden geldiği bilinmeyen gece rengindeki binlerce kuş sürüsü gökyüzünü kapladı. Her birinin gagasında ateşten çakıllar vardı. Meleklerden biri kuş sürülerine şöyle seslendi:
- Ben, Ebrehe ordusunun üzerinde durunca siz onları perişan edeceksiniz...
Kuşatmanın üzerinden üç gün geçmesine rağmen fillerin korku dolu çığlıkları kesilmemişti. Askerlerden biri başını gökyüzüne kaldırdığında uzaklardan üzerlerine doğru gelmekte olan siyah bir bulut gördü:
- Şu gelen şeye bakın! diye bağırdı.
Bütün askerler dehşet içinde yaklaşan şeye baktılar. Aralarından biri korkuyla:
- O bulut değil, onlar kuş sürüsü. Hem de binlerce... Aman Allahım! diye haykırdı.
Ufukları dolduran yüz binlerce kuş, Güneş’in ışığını örtüyordu... İnsanlar birbirlerini zorlukla seçebiliyorlardı. Biraz sonra...
Gökyüzünden sağanak hâlinde ateş yağmuru başladı. Her bir kuş, gagasında tuttuğu ateş çakıllarını Ebrehe’nin ordusuna atıyordu. Ortalık cehennem gibiydi. Çakıllar askerlerin vücutlarına değer değmez yakıyordu onları. Korkunç bir manzaraydı. Allah, Kâbe’yi yıkmaya gelen insanları işte böyle cezalandırıyordu...
Ağır yaralarla meydandan kaçan Ebrehe yolda can verdi. Böylece hem kendisi hem de ordusu rüzgârın dalga geçtiği toprak yığınlarına dönüşmüş oldu.
Kâbe’nin Sahibi’nin, Kâbe’yi korumasının altında büyük bir hikmet gizliydi. Kâinatın Efendisi’nin doğumu yaklaşıyordu. Mekke halkının, Kâbe’nin kurtuluşunu kutladığı dakikalarda Hz. Âmine bir rüya görüyordu...
Kendisi, sonu olmayan bir çölün ortasında duruyor. Birdenbire vücudundan büyük bir ışık dalgası fışkırıyor. Dalga büyüyor büyüyor… Doğuyla batının arasını dolduruyor. Sonra ışık genişleyerek gökyüzüne yükseliyor ve bütün semayı aydınlatıyor. Hz. Âmine uyandığında bu rüyanın ne anlama geldiğini düşündü, fakat bir anlam veremedi.
Birkaç gün sonra... Fil Senesi... Rebiü’l-Evvel ayının on ikisi... pazartesi günü... seher vaktinde Hz. Âmine, Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtu vesselâm) dünyaya getirdi.
Doğumundan önce dünya, O’nun varlığına çok susamıştı. Sevgiye, merhamete ve adalete açtı. İsa’nın (aleyhisselâm) doğumunun üzerinden yedi yüz sene geçmiş, Hıristiyanlar onun getirdiği dinin prensiplerinden uzaklaşmışlardı. Yahudiler de Hz. Musa’nın öğretilerini unutmuş, Âhiret’i bırakıp dünyaya dalmışlardı.
Mânevî açıdan yeryüzü, kupkuru çöllerden farksızdı. Susuzluktan çatlamış gönüller, onlara hayat suyu sunacak kurtarıcısını bekliyordu. İşte tam bu sırada saf bir iman kaynağı fışkırıverdi doğudan. Dünya insanlığının hakikate susamışlığını giderecek saf bir hayat kaynağıydı birdenbire beliren. Allah’ın sonsuz kudretine bakın ki o tertemiz su kaynağı dünyanın en kuru çölünde dünyaya geliyordu... Arap Yarımadasında.