paylaş
FaceBook
http://islamisigi.de/images/onmenuresimleri/Alemlere-Rahmet-Hz.-Muhammed-sas.png

Mekke’nin gençleri, içtikleri içki kadehlerinin sayısı, kadınlar için yazdıkları şiirlerin miktarıyla övünürlerken, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendine büyük bir dağda sakin bir mağara buldu. Hira mağarası... En güzel zamanları Hira mağarasında geçirdiği saatlerdi. Orada bütün aklı ve kalbiyle kâinatın derinliklerine doğru yelken açar yaratılışın sırlarını düşünürdü.

Hatice validemiz ile evlendiği zaman kendisi yirmi beş, Hz. Hatice kırk yaşındaydı. Geçimini ticaretle sağlayan soylu ve zengin bir kadındı. Hz. Hatice, O’nun en doğru sözlü, en güvenilir ve en güzel ahlâklı olduğunu öğrenince kendisine Şam’a göndereceği ticaret kervanının başına geçmesini teklif etti.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Şam’dan döndüğünde büyük karlar elde etmişti. Hatice’ye giderek kazandıklarının hepsini kuruşu kuruşuna teslim etti. Hz. Hatice, onun emanete saygısı karşısında hayran kalmıştı. Bir müddet sonra Hatice, Allah Resûlü’ne evlenme teklif etti. Nişan gecesi amcası Ebû Talib ondan bahsederken şöyle demişti:

- Mekke gençleri arasında Muhammed’in benzeri yoktur. O’ndan daha ahlâklısını, daha zekisini bulmak mümkün değildir. Servetinin azlığına gelince, servet gelip geçici bir gölgedir ve gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) evlendikten sonra kâinatın esrarını keşfetmek için çıktığı tefekkür yolculuğundan vazgeçmedi. Her yılın Ramazan ayında Hira Mağarası’na çekiliyor, bu mükemmel kâinatı yaratan Sonsuz Kudret’in sanatını tefekkür ediyordu.

Yine Ramazan günlerinden birinde Hira Mağarası’nda derin bir tefekküre dalmıştı. İşte tam bu sırada Cebrâil (aleyhisselâm) gerçek suretiyle onun karşısına çıktı. Manzaranın dehşeti karşısında içini bir ürperti aldı. Melek ona:

- Oku... dedi.

- Ben okuma bilmem... diye cevap verdi Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm).

- Oku... dedi melek yeniden.

- Ben okuma bilmem... Ne okuyayım, diye karşılık verdi Allah Resûlü.

Bunun üzerine Cebrâil (aleyhisselâm):

- Her şeyi yoktan var eden Rabbinin adıyla oku... dedi.

Allah Resûlü’nün hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Allah, O’na vahiy göndermiş ve bütün insanlığa peygamber kılmıştı. O, peygamberlik zincirinin en son halkasıydı. Allah, Ondan sonra peygamber göndermeyecekti. Daha önceki peygamberlerin görevleri, belirli bir toplumla sınırlı olduğu hâlde O’nun peygamberliği bütün insanlığı kuşatacaktı.

İlâhi mesajı bildirmek üzere insanların karşısına çıktığında her peygamberin maruz kaldığı muameleyle karşılaştı. İnkâr, iftira, alay, inat, şiddet... O ise bütün bunlara sabır, af, azim, ısrar ve sonsuz tevekkülle karşılık verdi.

Hüzün senesi... evet, o yıl tarihe hüzün yılı olarak geçti.

O yıl Şefkat Peygamberi’nin (aleyhissalâtu vesselâm) hanımı, büyük kadın Hz. Hatice validemiz vefat etti. Hz. Hatice validemiz, O’nun peygamberliğine ilk inanan insandı. Amcası Ebû Talib de vefat etti o sene. O da Efendimizin önünde bir kalkan gibi durmuş, O’na hiç kimsenin zararının dokunmasına izin vermemişti.

Kureyşlilerin, Nebiler Nebisi’nin (aleyhissalâtu vesselâm) önünü kesmek için denemedikleri yol kalmamıştı. Gün geldi, Müslümanlarla aralarındaki bütün ilişkileri kestiler. Onlara bir şey satmak veya onlardan bir şey almak yasaktı. Ya inkâr edip tekrar putlara tapacaklardı, ya da çoluk çocuk açlıktan öleceklerdi. Fakat bu metot da bir işe yaramadı.

Bir gün Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe’nin önünde namaza durmuştu. Tam secdeye gittiği vakit Kureyş kâfirleri biraz önce kestikleri bir devenin işkembesini getirip onun mübarek başına ve omuzlarına koydular. Bununla da kalmayıp üzerine taş ve toprak atıp, gülmeğe başladılar. Ne korkunç bir manzaraydı. Olayı duyar duymaz kızı Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ) Kâbe’ye koştu. Babasını o hâlde görünce göz yaşlarına boğuldu. Bir taraftan yüzüne gözüne ve elbiselerine bulaşan pislikleri silmeye çalışıyor bir taraftan da bu utanç verici saygısızlığı yapanları azarlıyordu. Allah Resûlü kızının bu heyecanını görünce onu teselli etmek için:

- Kızım merak etme... Allah senin babanı zayi etmeyecektir, dedi.

Mekke halkı, Efendiler Efendisi’ne çok acı çektirmişti. Onlara hakikati anlatmak için baş vurmadığı yol kalmamıştı. Fakat taşlaşmış kalpleri taptıkları putlar gibi kör ve sağırdı.

Allah Resûlü, her gün hakikate açık bir gönül aramaya çıkıyordu. Kapıları teker teker çalıyor, meclislere giriyor, insanlara Allah’ı anlatıyordu. Mekke’den sonra sıra civardaki köy ve şehirlere gelmişti. Oralara da gitmeli, susuzluktan çatlamış dudaklara hayat suyu vermeliydi.

Gözünü Taif şehrine dikti Nebiler Nebisi. Kim bilir belki orada aşina bir gönül bulabilirdi. İyi ama Mekke nerede, Taif nerede... Oraya ulaşmak günler ister. En güçlü develerin, en dayanıklı atların ve en kudretli insanların bile nefesi kesilir oraya varmadan önce. Taife giden yollar çöl, kızgın ateş, dikenli... ve yokuşlardan da yokuş... Fakat Allah için çekilen çile ne hoş, Allah’a giderken ve insanları Allah’a çağırırken katlanılan ıstırap ne mukaddes! Hele bir de Müslümanlığa açık bir gönül bulundu mu, küheylânlar gibi coşup koşmamak ne mümkün!..

Taife giderken yanında bir yiğit delikanlı vardı: Zeyd İbn Hârise (radıyallahu anh).

On gün boyunca çalmadığı kapı, uğramadığı mahalle, gezmediği çarşı kalmadı. Karşısına çıkan her insana Allah’ı anlattı bıkmadan. Bıkmak da söz mü, bıkmak onun semtine uğrayabilir mi sanki? Allah’ı zevkle anlattı durmadan. Mübarek dilinden dökülen incileri duyan kayalar bile yumuşadı, demirler bile eridi. Gel gör ki, taştan da demirden de katı insan kalbi erimedi, sertleşti. Ruhlar öyle karanlıktı ki... Duygu ve düşünceleri saran cehalet bulutları o kadar yoğundu ki. İnanmadılar, inanmak istemediler.

Onunla da kalmadılar. Taif’in çocuklarını topladılar. Her birine taşlar verdiler ve O’nu taşlamalarını istediler. Allah Resûlü’nü taşlardan korumaya çalışan Zeyd İbn Hârise kanlar içinde kalmıştı. Allah Resûlü’nün de her yanından kanlar akıyordu. Çaresiz bir bahçeye sığındılar. Zeyd İbn Hârise, Allah Resûlü’nün yüzündeki ve vücudundaki kanları silmeye çalışırken Efendiler Efendisi gözlerini semaya dikti ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:

- Allahım! Güçsüzlüğümü, zayıflığımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi sana şikâyet ediyorum. Ey kimsesizlerin kimsesi, ey düşkünlerin sahibi, sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin... Benim de Rabbimsin... beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Ancak, afiyetin daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhi! Hoşnutsuzluğuna maruz kalmaktan, Senin o karanlıkları parıl parıl parlatan aydınlık Zâtına sığınırım. İlâhi! Sen razı oluncaya kadar Senin affını bekliyorum! İlâhi! bütün güç ve kuvvet sadece Senin elindedir!..

O böyle dua ederken, yanlarına sessizce biri yaklaştı ve bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü’ne uzattı ve:

- Buyurun, bundan yiyin, dedi.

İki Cihanın Sultanı (aleyhissalâtu vesselâm) elini tabağa uzatırken Allah’ın adıyla mânâsına:

- Bismillâh, dedi.

Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu söz, beklenmedik bir şeydi. Böyle bir sözü bu civardan birinin söylemesi imkânsızdı. Hayretle sordu:

- Sen kimsin?

Allah Resûlü, delikanlının yüzüne baktı ve ona aynı soruyu sordu:

- Ya sen kimsin?

- Ben Addas, Ninovalıyım..

- Ninova mı? Kardeşim Yunus’un memleketi...

- Sen Yunus’u nereden tanıyorsun?

- O da benim gibi bir peygamberdi. Ben Son Peygamber ve Son Nebiyim...

Addas, bunu duyunca kulaklarına ve gözlerine inanamamıştı. Allah Resûlü’nün üzerine abandı ve öpmeye başladı. Yıllarca gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştu.

Şayet bu son hâdise olmasaydı, Nebiler Nebisi Taif’ten çok mahzun dönecekti. Bu hüznü, kendisine yapılanlardan değildi. Hüznü, bir tek insanın dahi iman etmemesiydi. Hâlbuki şimdi sevinçten uçuyordu. Çünkü Addas O’nun eliyle hidayete ermişti.

Mekke’ye döndüğünde ise aynı asık suratlar, aynı karanlık ruhlarla karşılaştı. Yine çile, yine ıstırap, yine yoluna atılan pislikler, dikenler ve yine Müslümanlara acımasızca yapılan işkenceler..

Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ederken mahzundu, yüzü solmuştu.. insanlığın durumuna ağlıyordu. İşte tam bu günlerde Allah, Habibine özel bir iltifat hazırlıyordu.

883">