paylaş
FaceBook

Almayı istediğimiz ev, gördükçe iç geçirdiğimiz araba, kazanmayı hayal ettiğimiz para kadar meşgul etmiyor kalbimizi kul olmak.

Hayat dediğimiz şeyin, altında biraz eğleştiğimiz bir ağaç gölgesi olduğunu unuttuk. Bu dünyada garip bir yolcu olduğumuzu hatırlamıyoruz bile. Giderken geride bırakacağımız her şeyin daha fazlasını avuçlarımıza almak istiyoruz. Yanımıza alacağımız yegâne sermayenin azını bile tutamıyoruz ellerimizde.

Uykuya kurban ettiğimiz en son sabah namazımızdan bahsediyorum sermaye derken... Asgarisini bile vermemek için tanıdık hocaya kırk takla attığımız zekâtımızdan... Daha vakit öğleyi bulmadan bir gıybete, bir haram nazara feda ettiğimiz oruçlarımızdan... Dönüş uçağına binmeden hiç eylediğimiz haccımızdan, telaffuzu yarım yamalak, mânâsı kırık dökük kelime-i şehadetimizden... Tevazu peçeli kibrimizden, ihlas libaslı riyamızdan, zekâ kılıklı üçkağıtçılığımızdan, uyanıklık suretli dalaveremizden söz etmiyorum hiç. Kulluğu ibadetten ibaret zannedişimizden ve onun bile hakkını veremeyişimizden bahsediyorum.

Haydi itiraf edelim aslanlar gibi...

Allah rızası için sevip sevilmenin sadece lafı var dilimizde. Sevdiklerimiz bir nimete erişince dillerimiz yalandan tebrik ederken kalplerimiz hasedin hakikisini susuyor kendi içine. Tökezlemesin diye koltuğuna gireceklerimizin ayakları kayınca, başımızı öte yana çevirip tebessüm ediyoruz gizliden. Kolumuza sımsıkı girene değil, ayağımıza çelme takmayacak olana dostum diyoruz artık. Eskiden düşmanına bile mert olmayana adam demezdik, şimdi dostuna namertlik etmeyenin adı namuslu diye geçiyor lügatlerimizde. Ne dedikodu etmeden bitirebildiğimiz bir sohbetimiz kaldı ne kardeşlerimizin etini yemeden yapabildiğimiz bir muhabbetimiz… Kendi gözlerimizdeki ormandan habersiz, başkasının gözündeki çöpü meze ediyoruz yemeklerimize. Dişlerimizdeki kardeş artığını hangi kürdan nasıl temizleyecek, düşünmüyoruz hiç. Hiç kimse tarafından eleştirilemeyecek kadar mükemmeliz hepimiz, herkesi eleştirebilecek kadar bilgili. Her bir şeyi biliyoruz, haddimizden başka!

Haydi itiraf edelim ama Müslümanca...

Bir ilmihali bile baştan sona okumadık pek çoğumuz. Ne necasetten haberdarız doğru dürüst ne taharetten. Otuz iki farzı yarısına kadar sayamayız, elli dört farz gereksiz malumat zaten. Dindarlığı kimselere bırakmayız, namaz dinin direği, deriz ama namazın şartlarını, farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini kaçımız sayabilir, teklemeden? Babamız ölse nasıl gasledeceğimizi, nasıl kefenleyeceğimizi, kabre nasıl koyacağımızı bilmeyiz. Ama hangi ayet-i celilede neyin kast edildiğini, hangi hadis-i şerifin niçin gerçek olamayacağını, hangi mezhep imamının nerede yanıldığını, mezheplere niçin artık gerek kalmadığını biliriz. Öyle ya Google var yahu, İmam-ı Âzam da kim oluyor?

Şirinlikten uzaksa üslubum beni ayıplamayın. Sizi üzüyorsam beni bağışlayın. Kendi kavgama sizi de ortak ederek haddimi aşıyorsam lütfen idare edin. Fakat itiraf edin, itiraf edelim ne olur... Şehrin orta yerine çıkıp avazımız çıktığı kadar koro halinde başkalarına haykıralım demiyorum. İçimizin tenhasına çekilip kendimize sessizce itiraf edelim.

Arakan umurunda değil hiç birimizin, Suriye’yi çoktan unuttuk, Filistin bir slogandan fazlası değil dudaklarımızda, Doğu Türkistan nereye düşer bilmeyiz bile… Bir dost sohbetinin orta yerinde iki çift lafı geçti mi mazlumların, sanıyoruz ki vazifemiz tamam olmuştur. İki tivit attık mı, hele bir de toplu mesaj gönderdik mi dertlenmiş sayıyoruz kendimizi kardeşlerimizin derdiyle. Öyle ya Müslümanlık bu değilse nedir? Bir binanın tuğlaları gibi, bir vücudun azaları gibi olmak bundan başka nasıl olur ki? Kaç kardeşsiniz sorusuna Sezai Bey’den mülhem “iki milyar” deyiverdik mi sanırsın ki halloluyor Ümmet-i Muhammed’in cümle dertleri.

Haksızlık etme demeyin bana, siz insaf edin biraz.

Hangimizin rüyası hıçkırıklarla bölündü Allah aşkına? Kaç geceyi uykusuz geçirdik zalimler elinden can veren kardeşlerimizin sızısıyla? Kaçımızın kahkahası Arakan’da can veren bir mazlumun yüzü gözlerimizin önüne gelip de donup kaldı yüzümüzde öylece yarım? Ne zaman anasının gözleri önünde yakılarak öldürülen bir çocuğun feryadı çınladı kulaklarımızda da, ağlayarak terk ettik bir yemek sofrasını?

Elimizden ne gelir diye düşündük mü hiç? Elimizden geldiği kadarıyla azına çoğuna bakmadan kıyabildik mi sevgili servetlerimizin hiç olmazsa bir kısmına? Paramıza kıyamamanın kendimize kıymak olduğu geldi mi hiç aklımıza? Olsaydı gönderirdim demesin hiç kimse. Olandan ne gönderdim diye baksın kendine. Azken veremeyen çokken hiç veremezmiş diye tevekkeli dememiş kudemâ. Vermek sadece mal mülkle olmaz üstelik. Uykumuzu bölüp başımızı mıhladığımız bir teheccüd secdesinde gözyaşı dökmeyi beceremeyecek kadar da mı fukarayız?

İstanbul’da patlayan bombaya kayıtsız kalan Batı’ya sövmekte haklı gördük hep kendimizi. Kendi doğumuzdaki yahut güneyimizdeki bir ülkede hemen her gün kendini patlatan canlı bombaların öldürdüğü insanlara bir Batılı lakaytlığıyla baktığımızı fark etmedik hiç. Heyhat ki heyhat! Herkes kendi doğusunun bigânesi!

Haydi itiraf edelim. Harbi ama yani utandırmadan dansözleri...

Tuttuğumuz takımın mağlubiyetine üzüldüğümüz kadar üzülmüyoruz zalimler elinde can veren kardeşlerimize. “Vah, vah”larla seyrettiğimiz haberler bir an evvel bitse de meftunu olduğumuz dizimiz başlasa, şöyle biraz keyfimiz gelse diye bekliyoruz televizyon başında. Victoria Secret’ın yeni melekleri, Arakan’ın şeytanlarından daha fazla dikkat çekiyor ümmetin son umudu olan güzel ve büyük Türkiye’mde.

Bu işte bir yanlışlık var. Bizde bir yamukluk var. Ve biz doğrulmadan o yanlış düzelmeyecek, düzelmez!

“Emrolunduğumuz gibi dosdoğru ol”madan biz, bize dosdoğru olmayı emreden kitaba hakkıyla râm olmadan, bu emre muhatap oluşuyla sakalları ağaran güzelin ardına tam bir teslimiyet ve sadakatle, gayret ve muhabbetle düşmeden bu iş asla olmayacak.

883">