Sahip olduğunuz her şey Mevlâ’nın ihsanıdır.
O’nun güzel isimlerinden biri de; karşılıksız bol bol veren anlamına gelen “Vehhab”dır. “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır” ayeti, aynı lafızlarla yirmi yerde geçmektedir.
“Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çeker alırsın.” (Al-i İmran, 26)
Biz dünyaya çıplak geldik, giderken de çıplak gidiyoruz. Kendimizin bile sahibi değiliz. Zira bedenimizde dilediğimiz tasarrufu yapamıyoruz. Nasıl olsa benimdir deyip intihara kalkışamıyoruz. Çünkü onun izni olmadan bize verilen emaneti istediğimiz gibi kullanamayız. Biz yoktuk var etti, varlığından haberdar etti: Biz varlığın sahibi değil şâhidiyiz. Şehadet; her şeyin O’na ait olduğunu müşahede ve bu gerçeği ikrar etmektir. Hiç kimse kendisine emaneten, imtihan için verilen şeylerle övünme ve çalım satma hakkına sahip değildir. Doğduğumuzda bu dünyada her şeyi hazır bulduk. Annemizin göğsündeki süt bize sunulan ilk ikramdı. Teneffüs ettiğimiz hava, gün geçtikçe gelişen organlarımız, göz, kulak, akıl, zeka, el, ayak her şey Mevlâ’nın lütfudur. Bize doğuştan verilen kabiliyetler ve bu kabiliyetleri kullanma imkanı ve şartları olmasaydı, biz hiçbir şeye sahip olamazdık. “Allah kendisinden istediğiniz her şeyi size vermiştir. Şayet Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim ve çok nankördür.” (İbrahim, 34)
Din; karşılık, borç, itaat mânâlarına gelir. Dindarlık bir nevi Mevlâ’ya karşı borçlu olduğumuzu hissetmek ve verdiği sayısız nimetlerin şükrünü îfâ için gayret sarf etmek demektir. Aslında ne kadar gayret edilse de hakkıyla şükür mümkün değildir. Sadi Şirazi’nin dediği gibi bir nefeste bile iki nimet vardır. Her nimete bir şükür gerektiğine göre tam olarak şükür kimin elinden ve dilinden gelebilir? Rabbimiz bizden gücümüzün üstünde istekte bulunuyor. Elden geleni yapmamak ise vefasızlık ve nankörlüktür.
Hiç kimsenin Mevlâ’dan alacağı yoktur. Zira sahip olduğu her şey O’nun karşılıksız ikrâmıdır. Dolayısıyla da kulun, Rabbine karşı her hangi bir şikayeti söz konusu olamaz. Ancak sıkıntı ve darlığın giderilmesi için dua ve niyazda bulunması mevzu bahistir.
Mülkün gerçek sahibi, Allah olduğu için O, dilediğini yapmakta, dilediğini dilediğine vermekte, dilediğinden almakta hak sahibidir. İlk İslâm filozofu sayılan Kindi bu hususta şunları söylemektedir: Elimizde bulunan her şey, nimeti yaratan şânı yüce Allah’ın bize verdiği nimettir ve O, dilediği zaman nimetini geri alıp istediğine verebilir. Zaten dilediğine vermemiş olsaydı, o nimet bize asla ulaşmazdı. Bazen düşmanlar eliyle o nimeti geri alınca bize kötülük ettiğini sanırız. Unutmamalıyız ki emanetini alıp onu istediğine vermek emanet sahibinin hakkıdır. Bu durum bize yönelik ne bir utanç ne de hakaret içerir. Asıl utanç ve hakaret, emanetin bizden geri alınışına üzülmemizdir. Çünkü böyle bir ahlâka, aç gözlüler, cimri ve iyiyi kötüden ayırt edemeyenler sahiptir. Kendisine bir emanet bırakılan kimsenin onu kendi malı sanması şükür dışı bir anlayıştır. Zira en azından emanet sahibine yapılacak şükür, geri almak istediğinde emaneti gönül rızasıyla, memnuniyetle ve tez elden ona iade etmektir. O halde emaneti iade etmekten üzüntü duyanın şükrü az demektir. (Kindi, Felsefi Risaleler, s. 294 Tercüme: M. Kaya)
Alırken sevinenler verirken üzülmemelidir. Zira veren, baştan hiç vermeyebilirdi. Vermek zorunda değildi. Az bir süre istifade etmek bile teşekkürü gerektirir. Fakat bizler imtihan için verilen imkânları kendi öz malımız zannediyoruz. Kendimizi kiracı değil mal sahibi sanıyoruz. Yunus’un dediği gibi; “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi.” diyemiyoruz.
Mevlâ’mızın bazen malları bize nispet etmesi, bizde çalışıp kazanma gayreti oluşturmak içindir. Hakikatte her şey Allah’ındır. Verdiklerimiz de bizim değildir. “Kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara, 3) Vermekten çekinenler kimin malını kimden esirgiyorlar? Birisi bir başkasına üzüm bağı hediye etse, o da iki salkım üzümü başkasına vermekten imtina etse reva mıdır? Böyle bir tutum olgun bir insana yakışır mı? Birisi diğerine yüz lira verse, bunun iki buçuk lirasını fakirlere vermesini istese, o da cimrilik edip bu isteği yerine getirmese bu kimseye ne denir? Her halde en hafif tabirle; vefasız, saygısız, nankör denir. Zekat vermekten imtina edenler konumlarını gözden geçirsinler.
İnsan oğlu genelde zayıf yaratıldığı ve kendisini iman ve ilimle geliştirmediği zaman bencil ve cimri oluyor. Rabbimiz bunu şöyle ifade ediyor: “Eğer Rabbinin rahmet hazinesine sahip olsaydınız, harcamakla tükenir korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsan oğlu çok cimridir.” (İsra, 100)
“Fakat insan; Rabbi, kendisini imtihan edip O’na ikramda bulunduğu ve bol bol nimet verdiği zaman ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Ama Rabbi onu imtihan edip rızkını daralttığı zaman da ‘Rabbim bana hor baktı’ der. Hayır, siz yetime ikram etmiyorsunuz. Birbirinizi, yoksulu yedirip doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Mirası, haram, helal demeden yiyorsunuz malı da pek çok seviyorsunuz.” (Fecr, 15-20)
İnsanoğlu güç ve servet sahibi olunca şımarıp haddini aşıyor. Nemrut, Firavun, Karun bunun en canlı örneklerindendir. Allah Karun’a hesapsız mal vermişti. “Kavmi kendisine şöyle demiştir: Sakın şımarma, çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez, Allah’ın sana verdiklerinden ahiret yurdunu ara. Fakat dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi sen de ihsanla iyilik yap. Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez. Karun: Bu servet bana ancak kendimde bulunan bir ilim sayesinde verilmiştir, dedi. Allah’ın, kendisinden önceki nesiller arasında ondan daha güçlü ve topladığı servet daha fazla olan kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmiyor muydu? (Kasas, 76-78)
İnsan çıplak geldiği bu dünyada her şeyi hazır bulmasaydı, kendisine kazanma kabiliyet ve fıtratı verilmeseydi neyi kazanabilirdi? İnsan olarak yaratılması, güç, kuvvet, akıl, zeka gibi meziyetlere sahip olması kendi eliyle değil, Rabbinin ikramı sayesindedir. Dünyaya bir başka varlık olarak da getirilebilirdi. Bu âlem, geliş ve bu alemden gidiş bizim elimizde değildir. Her şey âlemin sahibi olan Allah’ın irade ve takdirine bağlıdır. Yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkarılışımız Mevlâmız sayesindedir. Öyle ise O’nu tanımak, O’na şükür borcumuzu ödemeye çalışmak, kulluk gayretinde bulunmak bizim en temel görevimizdir. Biz O’ndan alacaklı değiliz, bilakis her şeyimizi O’na borçluyuz. Borç alan borcunu ödemeye gayret eder. Üstelik Mevlâ bize pek çok şeyi karşılıksız, karz-ı hasen olarak vermiştir. Borç alanın da verene karşı her halde bir teşekkür borcu vardır. Hz. Ali’ye göre üç türlü kulluk vardır. Sırf sevap elde etmek için yapılan kulluk tacirlerin kulluğudur. Korkudan dolayı yapılan kulluk kölelerin kulluğudur. Nimetlere teşekkür için yapılan kulluk ise hürlerin kulluğudur. Bütün yapılan ibadetler sadece bir teşekkürden ibarettir. Bize verilenlerin karşılığını tam olarak iade etmek bizim gücümüzü aşar. Yaptıklarımız bir bardak suyun bile karşılığı değildir. Çünkü susuz, havasız yaşayamayız? Mevlâ en çok lâzım olanları en bol ve bedava vermektedir. Şükür, nimeti, küfür ise felaketi artırır. “Hani Rabbiniz: Andolsun ki, şükredesiniz size nimetlerimi artırırım. Nankörlük ederseniz, şüphesiz ki benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7) diye bildirmişti
İnsanoğlunun gafletini bir şair şöyle dile getirmiş:
“Râhat-ı dünya için yüz sürersin yüz yere
Rahat-ı ukba için hiç komazsın yüz yere”
Mevlâ’ya saygı ve sonsuz nimetlerine şükür babından yüzü yere koymak yani secde, kulluğun zirvesidir. Zira daha öte bir tevazu ve saygı ifadesi yoktur. Gerçek kazanç ebedi kazançtır. Mevlâ’nın rızasını, cennetini, cemalini kazanamayanlar hiç bir şey kazanmamış sayılırlar. Çünkü mânevi kazançların dışındaki fani kazançlar dünyada kalıyor, bâki kazançlara vasıta yapılmadığı takdirde zarara dönüşüyor.
Netice olarak canımızda dahil her şeyimizi Mevlâ’ya borçluyuz. O’ndan geldik O’na gidiyoruz. Gönüllü gitmek en rahat ve en güzel olandır. Mevlâ’ya karşı direnmenin anlamı yoktur. Zaten direnme gücüne de sahip değiliz. İslâmiyet teslimiyettir. Müslüman gönüllü olarak teslim olandır. Aldıklarımızı sahibine teslim etmek vefâdır, sadakattir.
Aşk şairi Fuzûlî ne güzel söylemiş:
“Cân Cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim”
Mevlâ şükürde daim olanlardan eylesin. Amin.