Ruh ve kalp gibi sır, hafa, ahfa latifelerimiz de öteki âlemdendir. Şu sıralarda gurbete düştük.
Rabbini ve asıl vatanını arayan ruh, dertli dertli inleyen bir ney gibi vatan hasretiyle yanıp tütmektedir.
Altın kafese konsa da bülbül gül bahçesinin hasretiyle binlerce nağme okur. Kafesin kapısı bir açılıverse pırr diye uçup gitmek için can atar. Hz. Mevlânâ k.s. o yüzden sevgiliye kavuşma anına “Şeb-i Âruz” yani düğün gecesi demiştir.
Ruh ve diğer latifeleri en seri bir şekilde geldiği âleme yükselten ibadet Allah’ın c.c. zikridir. O yüzden ayet ve hadislerde en çok teşvik edilen ibadetlerin başında zikir gelir. Zikrin belirli bir zamanı ve mekânı yoktur. “Onlar ayakta, otururken, yan üzeri yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrularak bu hakikat ifade edilmektedir. Ayrıca zikir, cihattan oruca kadar bütün ibadetlerin ruhu ve canı mesabesindedir.
Allah’ı c.c. zikretmekle latifeler vücuttan ayrılıp asıl makamına doğru yükselmeye başlarlar. Işıktan çok daha seri hareket eden latifeler, arş-ı alânın üzerindeki makamlarına yaklaştıkça muhabbet aşka dönüşerek şiddetlenir. Müminin her bir zerresi aşk ile dolar. Yolculuk ilerledikçe gaflet bulutları dağılır. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, istese de Allah’tan gafil olamaz. Yakıp külünü savursanız her bir zerresi Allah der. Tevhidin hakikati açılır. Ömründe ilk defa tevhitten, namazdan hâl, zevk ve marifet itibariyle bir şeyler anlamaya başlar. Bundan önceki ibadetleri için tövbe-i istiğfar eder. Salik bu halini dünyanın hiçbir nimetine değişmez.
İşte bu yükselmenin en mükemmeli namazdadır. Kul bir nevi miraç eder. Çünkü namaz müminin miracıdır. Latifeler arşa doğru yükseldikçe insan namazdan ve sair ibadetlerden büyük zevk alır. Haramlardan ve kötülüklerden nefret eder. Ahlâkı değişir ve güzelleşir. Adi ve bayağı işleri yapmaktan sıkılır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak (sahih) namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut, 29/45)
Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem namaz vakti girdiğinde hane halkını bile tanıyamaz hale gelirdi. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a): “Erihnâ Yâ Bilâl: Ey Bilâl bizi ferahlat” buyurur, Hz. Bilâl (r.a.) ezanı okuduğunda Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem namazla miraç ederdi. Yani mübarek ruhları o âlemle münasebete geçer, İlâhî huzurla şereflenirdi. O belki dünyadaki bütün canlıların bütün zevklerinin toplamından daha fazla namazdan zevk alırdı. Namaz için “Gözümün nuru” ifadesini kullanır, içinde yaşadığı nura, mübarek ruhlarını saran manalara doyamadığı için farz namazlarla yetinmez nafilelerle Rabbi’ne iltica ederdi. Bu âleme dönmek istediklerinde ise, Hz. Aişe (r.anha) validemizle sohbet eder ve “Kellimnî Ya Hümeyrâ: Ey gül yüzlü benimle konuş” buyururdu.
Zikir ve namaz ile mirac eden müminlerin kalplerindeki nur kolaylıkla zail olmaz. O yüzden sekerat anında imanlarını şeytana kaptırmadan ruhlarını teslim etmeleri umulur. Diğerleri imansız gider diyemeyiz. Fakat bir müminin hayatında namaz, kalbinde zikir ne kadar az olursa o kadar fazla risk taşır. Cenab-ı Erhamü’r-Rahimîn bizleri de o salih zümrenin arasına ilhak eylesin.
ASHABIM/ÜMMETİM NAMAZLARINI KILDILAR MI?
Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Hicran ateşi âlemi sarmış, bütün zerreleri ve küreleriyle belki de çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Şayet emir kulu olmasaydı güneş hicabından kara lekelerin altına girer ve bir daha görünmeyebilirdi. Çünkü âlemin hakiki güneşi batmaya hazırlanıyordu. Cenâb-ı Resul sallallahu aleyhi vesellem ellerini açmış dua ediyordu: “Allahım senin yüce dostluğunu istiyorum.”
Ateşli hastalık bir türlü aman vermiyordu. Mübarek başını anamız Hz. Aişe’nin (r.anha) dizine koymuş, yarı baygın halde yatıyordu. Bir ara kendine geldiğinde: “Ya Aişe ashabım namazlarını kıldılar mı?” buyurdu. Anamız cevap verdi: “Hayır Ya Resûlallah seni bekliyorlar” Onlar yetim çocuklar gibi ağlaşıp duruyorlar. Başlarına geçip imam olmanı bekliyorlar. Bu haber üzerine Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem su istiyor, abdest alıyor. Fakat tam kalkacağı sırada yine kendinden geçiyor. Bir müddet sonra ayıldığında ilk sorusu: “Ya Aişe ashabım namazlarını kıldılar mı?” oluyor. Artık namaz kıldıramayacağını hisseden âlemlerin efendisi, Hz. Ebubekir’in imamete geçip namazı kıldırmasını emrediyor. Hz. Ebubekir r.a. imamete geçmesine geçmişti. Fakat ağlamaktan namaz kıldırmaya mecal bulamıyordu. Bu esnada biraz kendine gelen iki cihan güneşi, Mescid-i Saadete girdi. O sırada henüz namaza durmayan, telâş içinde bekleşen sahabiler vardı. Ortalıkta bir heyecan yayıldı: Resulullah ayağa kalktı, yeniden başımıza geçecek, imamımız olacak diye sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Hz. Ebubekir r.a. geri geri çekilmek isterken Hz. Resulullah s.a.v: Hayır devam ediniz ben Ebubekir’e uyacağım buyurdu ve o son derece ağır hastalığına rağmen namazını cemaatle eda etti.
Hz. Ömer r.a. Mescid-i Saadet’in içinde hançerlenmiş kanlar içinde baygın yatıyor ve bir türlü kendine gelemiyordu. Az sonra şehadet şerbetini içecekti. Hz. Misver r.a. başına geldi ve: “Ey Müminlerin Halifesi namaz, namazın vakti geçiyor” diye seslendi. Hz. Ömer r.a. adeta ölünün dirilmesi gibi başını kaldırdı. Namaz mı? Namaz geçiyor mu? Çabuk bana hazırlık yapın abdest alayım dedi ve ardından şöyle buyurdu: “Namaz kılmayanın İslâm’dan bir payı yoktur.” Sonra böğründen kan aka aka namazını eda etti.
NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR
Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra da namaz gelir. Cenab-ı Hakk c.c. Kur’an’da yüzden fazla yerde namazı emretmiştir. Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz İslâm’ın beş şartını sayarken kelime-i şehadet yani imandan sonra namazı zikretmiştir. Şayet daha ehemmiyetli bir ibadet olsaydı Allah u Teâlâ Hazretleri c.c. ondan bahseder ve meleklerini de o ibadetle mükellef kılardı. Oysa Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem haber verdiği üzere yaratıldıkları günden beri Allah’ın (c.c) azameti karşısında kimi rükûda, kimi secdede ve kimi de kıyamda ibadet eden melekler vardır.
Yine Tirmizi’de geçen bir hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, Kıyamet günü kul, ilk olarak namazdan hesaba çekilecektir. Eğer düzgün hesap verirse diğer işleri düzene girecek, yok eğer aksi zuhur ederse diğer amellerdeki hesabı da çıkmaza girecektir. Bir vergi memuru herhangi bir tüccarın sattığı ana kalemlerde kaçak bulursa o tüccarın bütün hesabını mercek altına alır ve Adan Z’ye inceler. Bunun gibi ahirette namaz hesabı bozuk çıkarsa diğer bütün amellerden inceden inceye sorgu sual başlayabilir. Düzgün olursa Cenab-ı Hakk’ın c.c. diğer ameller hakkında lütuf ve keremiyle muamele etmesi umulur. En iyisini O bilir.
Bir vakit namazı terk etmek büyük (kebair) günahlardandır. Onu hafife almak veya inkâr etmek ise, dinden çıkarır. Namaz kılmayan bir insanın şayet İslâmlıkla bir bağı kalmışsa o da pamuk ipliğiyledir. Her an kopma tehlikesiyle yüz yüzedir. O yüzden Hadis-i şerifte: “Namaz dinin direğidir. Onu terk eden (bir kimse) muhakkak dinini yıkmış olur.” buyrulmaktadır.
Allah’a ve ahiret gününe yakinen iman eden bir mümin tek bir vakit namazını dünyalara değişmez. Bir namaz karşılığında dünyanın bütün serveti ve krallığı verilse hakiki bir mümin böyle bir teklife başını çevirmeye bile tenezzül etmez. Allah u Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Nice erler vardır ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur, 24/37) Bir mana sultanının buyurduğu gibi, denizin ortasında gemi batsa, bir mümin tahta parçalarına tutunarak hayatta kalma mücadelesi verseydi yine o vaktin namazından mesul olacaktı. Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan kâmil bir mümin, böyle durumlarda bile, namazım namazım diyecek, ima ile mi kılsam, işaretle mi kılsam diye sancısını çekecekti.
Sahabe-i Kirâm Hazretleri Allah onlardan razı olsun- ateş hattında çarpışırken bile, namazı ve cemaati terk etmemişlerdi. Müşrikler onların gafil bir anını bekliyor, namaza durmaları için sabırsızlanıyorlardı. Hâlbuki onların en gafletsiz anı namazla başlıyordu. Bir gurup sahabe düşmanla çarpışırken diğer gurup Allah Resulü’nün sallallahu aleyhi vesellem ardında saf tutup bir rekât namaz kılıyor, sonra geri çekilip ateş hattında düşmanla çarpışıyor, bu esnada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onları oturarak bekliyordu. Sonra ateş hattında bulunan önceki cemaat geliyor onlar da Hz. Resulullah’ın sallallahu aleyhi vesellem ardında bir rekât kılıyor ve yine ateş hattına koşuyorlardı. Orada daha önce bir rekât kılan cemaat gelerek namazlarını kendi başlarına iki rekâta tamamlıyor sonra diğer gurup gelip onlar da ikiye tamamlıyorlardı.
Namazsızlıkla Küfür Arasındaki İlişki
Her bir günahın içinden küfre giden bir yol vardır. Zira işlenen her masiyet kendi hacmince kalpte karanlık bir leke oluşturur. Sabahtan akşama kadar binlerce günah işleyen kimsenin kalbi binlerce karanlıkla dolar. İlk masiyeti işlediğinde yanıp yakılarak tövbe etmezse ikinci masiyeti işlemek birinciye nispetle daha kolaylaşır. Sonra bunu diğerleri takip eder. Artık hiç sıkılmadan günah işleyen, rahatlıkla namazlarını terk edebilen bir insan vardır karşınızda. Hz. Kur’an bu gerçeği ifade ederken şöyle buyurur: “Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.” (Mutaffifîn, 83/14) Bir Hak dostunun işaret buyurduğu gibi, günah soba kurumu gibidir. Silkelenip temizlenmezse orada aydınlık namına hiçbir şey kalmaz. Kalbin nuru bir zaman sonra tamamen yok olur gider. Daha doğrusu yok olmaz. Ait olduğu makama çıkar ve orada asılı kalır. İşte bu nurun tamamen kalpten silindiği gün –hafezanallah- küfre ilk adımın atıldığı gündür. Söz konusu kalbin sahibinde bazen açıktan bazen de zımnen inkâr halleri zuhur etmeye başlar. Ya da kendi düşüncelerini din zannetme eğilimi baş gösterir. Birçoğu farkına bile varmadan iman dairesinden çıkar. Sonuçta Allah c.c. o kalbi mühürler. “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)
Müslümanlıkla kâfirliği birbirinden ayıran en büyük fark namazdır. Namazı terk etmek küfre benzetilmiştir. Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte: “Kasten namazı terk eden kâfir olur” buyrulmaktadır. Hanefiler bu tür hadisleri “farziyyetini inkâr ederek kasten namaz kılmayanlar” diye tevil ederler. Fakat ne kadar tevil edilirse edilsin namazsızlığın küfre yakın bir hâl olduğu muhakkaktır. Böyle zayıf bir imanla kabir kapısına varabilmek, kabir kapısına varılsa bile, ötesine geçebilmek oldukça zor ve risklidir. Allah’ın lütuf, hidayet ve affını dileriz. O’nun lütuf ve keremi olmazsa namaz kılanların işi de zordur.
Farz, Nafile ve Kazalar
Hiç şüphesiz nafile ibadetlerin kendi zatında kıymeti pek büyüktür. Meselâ zikir çekmek kalbi çalıştırmaya vesile olmaktadır. Mânevî ilerleme, Allah’ın c.c. emirlerine riayete vesile olma, ibadetleri gafletsiz yapma ve imanı takviye noktasında son derece önem arz eder. Nafile namaz, oruç vb. ibadetler de kalbi nurlandırır ve sevap kazandırır. Fakat bunlar farzları gözeterek, haram ve mekruhlara sebebiyet vermeden sünnet ve âdâba uygun olarak yapılırsa güzel olur. Aksi halde zarar verir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri k.s, farzların bin senelik sünnetten, sünnetlerin de bin senelik nafileden daha önemli ve faydalı olduğunu belirtmektedir. Bir farzın kaçmasına meselâ bir vakit namazın kaçmasına sebep olan şey, nafile hac bile olsa hiçbir işe yaramaz. Bazı cahil dervişlerin cemaatle namazı terk edip kırk gün çile, riyazet vs. ile uğraştıklarını belirten İmam-ı Rabbani Hazretleri k.s, bir farz namazı cemaatle kılmanın binlerce kırk günlük çile ve riyazetten daha hayırlı olduğunu haber vermektedir. Farz namazın içindeki sünnetlerin de gölgeye değil, asla kavuşturmaları itibariyle farzlardan sayılacağını ilave etmektedir. Geçmişte gafletle namazı kazaya bırakan veya namaza geç başlayanlar bütün borçlarını hesap edip kaza etmeli, kazaya bıraktıkları için de tövbe-i istiğfarda bulunmalıdırlar. Kılınmayan namazları kaza etmek de farzdır. Hanefî mezhebinden olanlar namazın sünnetlerini terk etmemeli ve kaza borçlarını ayrıca eda etmelidirler.
NAMAZDA HUŞU
Namazın gerçek bir zikir, yalvarış ve dua yerine geçmesi yani hakiki bir namaz olabilmesi için onun gafletsiz kılınması gerekir. Cenab-ı Hakk c.c. dilerse gafletle kılınan bir namazı da borçtan düşürür. Fakat böyle bir namaz ile istenilen manevi fayda elde edilmez ve insanı kötülüklerden de alıkoymaz. Nesai’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte: “Nice namaz kılanlar var ki, onların namazdan nasibi, yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.” buyrulmaktadır. O bakımdan ancak akıl erdirerek yani aklı başka yerde değilken kılınan namaz arzu edilen faydayı temin eder. Sarhoşlarla ilgili ayet-i kerimede: “Ta ki, dediğinizi, (okuduğunuzu) bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa, 4/43) buyuruyor.
Namazı şuurlu olarak kılmanın birinci yolu kalpten masivayı (Allah’tan başka şeyleri) temizlemektir. Bunun da yolu zikirdir. Zikir olmadan kalbi tahliye edip Allah c.c. muhabbetini kazanmak çok zordur. Bundan sonra ana hatlarıyla şu hususlara dikkat etmek gerekir
1. Abdest alırken kalben işlenen günahlara istiğfar etmelidir.
2. Ezan okunurken bunu İsrafil Aleyhisselâm’ın suru gibi, din gününün sahibi Allah’ın huzuruna davet olarak algılamalı, cemaate giderken böyle bir manevi heybet ve mesuliyetle gitmelidir.
3. İstikbal-i kıble ile manen karşısına Kâbe’yi almalıdır.
4 Kıyamda Allah’ın huzurunda durduğunu bilmeli, başını tevazuyla hafifçe eğmeli, sual, cevap için hazır olmalıdır.
5. Niyet ederken Allah’ın azabından korkmalı, mükâfatını ummalı, mükemmel bir namaza niyet etmelidir.
6. Tekbir esnasında “Allahu Ekber: Allah her şeyden büyüktür” derken kalp dili yalanlamamalı, dünya ve bütün zevklerinin Cenab-ı Hakk’ın emirleri yanında bir hiç mesabesinde olduğunu idrak etmelidir. Aslında nefis ve şeytanın emirlerine uyan bir kimsenin Allahu Ekber sözü samimi değildir. Bu bakımdan hiç değilse tekbir esnasında bundan sonra nefis ve şeytana değil Allah’a itaate azmetmelidir.
Bütün bir namaz esnasında huşu sağlamak kâmil olmayanlar için zordur. Öyleyse helâke gitmemek için elinden geldiği kadar huşua azmetmeli, hiç değilse bir bölümünde bunu sağlamalıdır. Huşuun en lüzumlu yeri de iftitah tekbiridir. Bunu da yapmayanlar hakkında İmam-ı Gazali Hazretleri k.s. durumlarının tehlikeli olduğunu haber vermektedir.
Namaz kılan her mümin, önce namazda okuyacağı sure ve duaları düzgün telaffuz edebilecek Kur’an ilmini ve usulüne uygun bir şekilde eda etmeye yarayan fıkıh bilgilerini öğrenmelidir. Bu kadın erkek herkese farzdır. Sonra imkân nispetinde namazda sıklıkla okuduğu surelerin manalarını öğrenmeye gayret etmelidir. Hususan günde en az kırk defa okuduğu Fatiha suresinin manasını ayet ayet bilmelidir. Tefekkür açısından bu önemlidir. Namazın içinde dikkat edilecek hususları da kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Yalnız okuduğumuz Kur’an âyetlerini düşünmeli, ne dediğimizi bilmeliyiz.
2. Okuduğumuz ayetlerin manalarını düşünüp anlamaya çalışmalıdır.
3. Allah u Teâlâ’nın muhabbetini hissetmeli heybetinden de korkmalıdır.
4. Rahmetinden ümitvar olmalı, günahlarının affedilip inşallah kurtulacağını düşünme¬lidir.
5. Hata ve kusurlarını hatırlayınca bunca günahla Rabbi’nin huzuruna çıktığından dolayı utanmalıdır.
6. Rüku ve secdeye gidince kibrine kement atıp boğmalı, her gidişte tekbir getirirken kalben af ve mağfiret dilemelidir. “Sübhane Rabbiye’l-Azim” derken Rabbi’nin azametini bir kere daha idrak etmelidir. “Semiallahu limen hamideh: Allah kendine şükredene icabet eder” derken rahmetini ummalıdır. Tahiyatta Peygamber Efendimize sallallahu aleyhi vesellem selâm verdiğini, O’nun da daha mükemmeliyle selâm vereceğine inanmalıdır. Sonra kendine ve bütün salihlere de selâm verdiğini buna mukabil bütün salihlerin sayısınca Allah u Teâlâ’nın sana selâm vereceğini yani rahmet edeceğini düşünmelidir.
7. Selâm verirken orada bulunan cemaate, seninle birlikte safları dolduran meleklere ve ruhaniyeti ile orada hazır olan zevat-ı kirama selâma niyet etmelidir.
Bu ibadeti Allah u Teâlâ’nın c.c. fazlıyla yapmaya muvaffak olduğunu düşünerek O’na şükretmeli, belki de kıldığı namazın son namaz olduğu endişesini taşımalı, namazlarındaki gizli ve açık kusurlarından dolayı istiğfar ederek en az 25 kere şuurlu olarak “Estağfirullah” demelidir.