paylaş
FaceBook

Rabbimizin yüce katından, dünyamıza inen her bir haber, Kur’ân-ı Ke­rim’in ifadesiyle “BÜYÜK HABER”dir. İnsanların zihin dünyalarında dalgalar oluşturur.

Önce, şaşkınlık, sonra hayret, sonra düşünme, sonra, sonra, sonra… Ne yapmalı? Kabul mü etmeli? Yalanlamalı mı? Görmezden mi gelmeli? Bu mesajı getireni ortadan mı kaldırmalı? Köstek mi olmalı, yoksa destek mi vermeli?

İşte ötelerden gelen “BÜYÜK HABER” karşısında birçok insanın düştüğü bu şaşkınlık hâli Kur’ân-ı Kerim’de şöyle sahnelendirilir:

“Onlar birbirlerine neyi soruşturuyorlar? Hakkında ihtilaf edip durdukları o “BÜYÜK HABER”i mi? Hayır (ihtilâfa ve soruşturmaya hacet yok), ileride (onu) bilecekler. Yine hayır, ileride bilecekler onlar.” (Nebe’ Sûresi, 1-5)

İlâhî vahiy, önce zihniyet inkılâbı ile insanlığı sarsıyordu. Ezber bozucu bir üslupla, nefislerin bâtıl ve keyfî arzularına göre oluşmuş atalar kültünün mirası olan zihin kalıplarına ağır darbeler indiriyor, yıkıyor, sonra da doğrusunu inşa ediyordu. Hayatın hemen her alanında, ilim, idrâk ve hakikat adına sağlam bir zemine oturmayan her anlayışı önce sorguluyor, bâtıl, haksız ve anlamsızlığını akılların önüne büyük bir gerçeklik olarak sunuyor, sonra da onların yerine, insanın şerefine ve izzetine yakışır bir bakış açısı ikame ediyordu.

Zihniyet onarımı, önce ilâh anlayışında gerçekleşiyordu. “Lâ ilâhe illallah” yani “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur”, ilah adını verdikleriniz, hakikatte boş, anlamsız ve gerçekliği olmayan bir isimlendirmeden ibarettir, diyordu. Kendisine bile fayda ya da zarar veremeyen bir varlık, nasıl olur da ibadete layık bir ilah olabilirdi? Kendisi yaratılan bir şey, hiç Yaratan olabilir miydi? Yeri, göğü ve her şeyi yaratan Allah’ı çok uzakta düşünerek, sizi O’na yaklaştırsın diye aracı ilahlar oluşturuyorsanız, şunu bilin ki Allah size çok yakındır. Duanızı işittirmek için hiçbir aracıya ihtiyacınız yoktur. Allah’ın cezasından ve azabından korkarak bir takım şefaatçiler araya koyma düşüncesiyle melekleri, peygamberleri, âlimleri ve azizleri kutsallaştırıp ilahlaştırıyorsanız, bu düşünceniz de batıldır; zira Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin şefaati de söz konusu olamayacaktır. Öyleyse bu temelsiz bâtıl düşüncelerden de vazgeçiniz ve Rahmân, Rahim, her şeye gücü yeten ve asla ortağı olmayan, ilmi ve rahmeti ile her şeyi kuşatan Yüce Rabbinizden başkasını ilah kabul etmeyiniz ve O’ndan başkasına da kulluk etmeyiniz.

Zihniyet inşasının bir diğer alanı peygamber anlayışına yöneliktir. İnsandan bir peygamber (Allah elçisi) gelebileceğini insanlık çoğu zaman yadırgamış ve bir peygamber gelecekse, onun meleklerden biri olması lazım geldiğini düşünmüştür. Kendileri gibi yemek yiyen, çarşı pazar dolaşan bir insandan peygamber olmasını hayretle karşılamıştır. Esasen bu anlayış, hem Yüce yaratıcıyı ve hem de insanı doğru kavrayamamanın bir sonucuydu. Zira Allah, meleklerden ve insanlardan sürekli elçiler seçmiş ve insanlara ilâhî vahyi aktaracak kimselerin kendi aralarından çıkmasını murat etmiştir. Zira yeryüzünde yürüyenler melekler olsaydı, onlara melek göndermesi tabii olurdu. Gönderilen ilâhî hakikatlerin nasıl yaşanacağını insanlığa yine ancak bir insan öğretip gösterebilirdi. Peygamberlerin kabullenilmesi adına onlar eliyle mucizeler takdim edildi. Bu olağanüstülükler neticesinde, o peygamberin bağlıları arasında Hazret-i İsâ -aleyhisselam-ın şahsına yönelik olduğu gibi ilahlaştırma temayülleri ortaya çıktı. Bu da bir başka zihnî ve kalbî sapmaydı. İlâhî vahiyler bu yanlışlıkları da yeniden düzeltme maksadıyla peş peşe iniyordu. Zira peygamberler de bir kuldu ve asla ilah olamazlardı. Onların da öncelikli misyonu, insanlığa güzel bir kul örnekliği sunmaktı.

Zihniyet tanziminin önemli bir hissesi de insanın kendisini doğru konumlandırması üzerineydi. O, diğer canlılardan bir canlı değil, çok daha hususi bir misyonla yeryüzüne gönderilmiş müstesnâ ve şerefli bir varlıktı. Oyun olsun için yaratılmamıştı. Başıboş bırakılacak da değildi. Yeryüzünü imarla görevlendirilmiş ve orada Allah’ın ahkâmını icrâ edecek bir halife olması istenmişti. Bu ulvî vazifesini ifa ederken de başkasına değil yalnız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluk etmekle mükellef tutulmuştu. Öyleyse insana düşen bu şerefini korumak olmalıydı. Meleklerin bile gıpta ettiği bir konumu varken, hayvanlardan bile aşağılara düşebilecek bir sefâlete kendini feda etmemeliydi. Zira her şey ona emanet edilmiştir. Yer ona emanet, gök ona emanettir. Vazifesi, yeri göğü fesada vermek değil, Hakk’ın murâdı doğrultusunda emanete sahip çıkmaktır.

İnsan, kendini sıhhatli bir bakış açısıyla değerlendiremediği dönemlerde, zihniyet kirlenmesi yaşamış ve nice nice zulümlere sapmıştır. Kadını horlamış, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar alçalmış, zayıfı köleleştirmiş ve onu insan saymamış, güçlüyü daima haklı, zayıfı hep haksız görmüş, zengin Karunlaşmış, idari gücü elinde bulunduran firavunlaşıp ilahlaşmış ve böylece bütün değerler âdeta alt üst olmuştur. İşte ilâhî vahiy, bütün bu alanlarda, herkesi ve her şeyi yerli yerine koymuş ve insana, mala, mülke ve hayata nasıl bakılması gerektiğini göstermek suretiyle, zihniyete istikâmet rotası çizmiştir. İlim, hikmet ve adâlet, değerler sisteminin ana sütunlarını oluşturmuştur.

Şirazesi bozulmuş zihniyete göre, dünya hayatı her şeydir. Bütün hayat burada başlar ve burada son bulur. Ölüm nihâî sondur. Öyleyse bu dünyada bütün hazlar yaşanmalı ve ben merkezli bir hayat kurulmalıdır. BÜYÜK HABER, bu ufuksuz ve kısır zihniyeti de sarsarak, ölümü bir son durak değil, yeni ve ebedî bir hayata açılan bir ara köprü olarak tanıtmıştır. Eline aldığı kurumuş, un ufak olmuş kemikleri göstererek: “Şimdi bu kemikleri kim diriltebilecek” diye sorana: “Onları ilk defa yaratan kim ise işte O diriltecek” cevabını vermek suretiyle, zihniyetin kapalı odalarına, ebediyet ufuklarını seyredebilecekleri aydınlık pencereler açmıştır.

Evet, ilâhî vahiy, yeni bir zihniyet aşısı yapmış, duygu, düşünce ve davranış dünyasını yeniden imar etmiştir. Yere, göğe, bitkiye, hayvana, görünen varlığa, görünmeyen âleme nasıl bakılacak, hangi değer yüklenecek göstermiştir. Hangi davranış doğru, hangi ahlâkî erdem sıhhatli, hangi yol doğru hedefe ulaştırır, bütün bunları apaçık bir şekilde beyan etmiştir. Bugün de modern dünyanın sâfiyeti kaybolmuş, kirlenmiş, ayarları bozulmuş, şirazesi kaymış zihniyetine yeni bir restorasyon gerekecekse, bunun da yegane referansı, İslâm vahyi olacaktır.Zihniyette Sırat-ı Müstakîm - Yrd. Doç. Dr. Adem Ergül

Rabbimizin yüce katından, dünyamıza inen her bir haber, Kur’ân-ı Ke­rim’in ifadesiyle “BÜYÜK HABER”dir. İnsanların zihin dünyalarında dalgalar oluşturur. Önce, şaşkınlık, sonra hayret, sonra düşünme, sonra, sonra, sonra… Ne yapmalı? Kabul mü etmeli? Yalanlamalı mı? Görmezden mi gelmeli? Bu mesajı getireni ortadan mı kaldırmalı? Köstek mi olmalı, yoksa destek mi vermeli?

İşte ötelerden gelen “BÜYÜK HABER” karşısında birçok insanın düştüğü bu şaşkınlık hâli Kur’ân-ı Kerim’de şöyle sahnelendirilir:

“Onlar birbirlerine neyi soruşturuyorlar? Hakkında ihtilaf edip durdukları o “BÜYÜK HABER”i mi? Hayır (ihtilâfa ve soruşturmaya hacet yok), ileride (onu) bilecekler. Yine hayır, ileride bilecekler onlar.” (Nebe’ Sûresi, 1-5)

İlâhî vahiy, önce zihniyet inkılâbı ile insanlığı sarsıyordu. Ezber bozucu bir üslupla, nefislerin bâtıl ve keyfî arzularına göre oluşmuş atalar kültünün mirası olan zihin kalıplarına ağır darbeler indiriyor, yıkıyor, sonra da doğrusunu inşa ediyordu. Hayatın hemen her alanında, ilim, idrâk ve hakikat adına sağlam bir zemine oturmayan her anlayışı önce sorguluyor, bâtıl, haksız ve anlamsızlığını akılların önüne büyük bir gerçeklik olarak sunuyor, sonra da onların yerine, insanın şerefine ve izzetine yakışır bir bakış açısı ikame ediyordu.

Zihniyet onarımı, önce ilâh anlayışında gerçekleşiyordu. “Lâ ilâhe illallah” yani “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur”, ilah adını verdikleriniz, hakikatte boş, anlamsız ve gerçekliği olmayan bir isimlendirmeden ibarettir, diyordu. Kendisine bile fayda ya da zarar veremeyen bir varlık, nasıl olur da ibadete layık bir ilah olabilirdi? Kendisi yaratılan bir şey, hiç Yaratan olabilir miydi? Yeri, göğü ve her şeyi yaratan Allah’ı çok uzakta düşünerek, sizi O’na yaklaştırsın diye aracı ilahlar oluşturuyorsanız, şunu bilin ki Allah size çok yakındır. Duanızı işittirmek için hiçbir aracıya ihtiyacınız yoktur. Allah’ın cezasından ve azabından korkarak bir takım şefaatçiler araya koyma düşüncesiyle melekleri, peygamberleri, âlimleri ve azizleri kutsallaştırıp ilahlaştırıyorsanız, bu düşünceniz de batıldır; zira Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin şefaati de söz konusu olamayacaktır. Öyleyse bu temelsiz bâtıl düşüncelerden de vazgeçiniz ve Rahmân, Rahim, her şeye gücü yeten ve asla ortağı olmayan, ilmi ve rahmeti ile her şeyi kuşatan Yüce Rabbinizden başkasını ilah kabul etmeyiniz ve O’ndan başkasına da kulluk etmeyiniz.

Zihniyet inşasının bir diğer alanı peygamber anlayışına yöneliktir. İnsandan bir peygamber (Allah elçisi) gelebileceğini insanlık çoğu zaman yadırgamış ve bir peygamber gelecekse, onun meleklerden biri olması lazım geldiğini düşünmüştür. Kendileri gibi yemek yiyen, çarşı pazar dolaşan bir insandan peygamber olmasını hayretle karşılamıştır. Esasen bu anlayış, hem Yüce yaratıcıyı ve hem de insanı doğru kavrayamamanın bir sonucuydu. Zira Allah, meleklerden ve insanlardan sürekli elçiler seçmiş ve insanlara ilâhî vahyi aktaracak kimselerin kendi aralarından çıkmasını murat etmiştir. Zira yeryüzünde yürüyenler melekler olsaydı, onlara melek göndermesi tabii olurdu. Gönderilen ilâhî hakikatlerin nasıl yaşanacağını insanlığa yine ancak bir insan öğretip gösterebilirdi. Peygamberlerin kabullenilmesi adına onlar eliyle mucizeler takdim edildi. Bu olağanüstülükler neticesinde, o peygamberin bağlıları arasında Hazret-i İsâ -aleyhisselam-ın şahsına yönelik olduğu gibi ilahlaştırma temayülleri ortaya çıktı. Bu da bir başka zihnî ve kalbî sapmaydı. İlâhî vahiyler bu yanlışlıkları da yeniden düzeltme maksadıyla peş peşe iniyordu. Zira peygamberler de bir kuldu ve asla ilah olamazlardı. Onların da öncelikli misyonu, insanlığa güzel bir kul örnekliği sunmaktı.

Zihniyet tanziminin önemli bir hissesi de insanın kendisini doğru konumlandırması üzerineydi. O, diğer canlılardan bir canlı değil, çok daha hususi bir misyonla yeryüzüne gönderilmiş müstesnâ ve şerefli bir varlıktı. Oyun olsun için yaratılmamıştı. Başıboş bırakılacak da değildi. Yeryüzünü imarla görevlendirilmiş ve orada Allah’ın ahkâmını icrâ edecek bir halife olması istenmişti. Bu ulvî vazifesini ifa ederken de başkasına değil yalnız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a kulluk etmekle mükellef tutulmuştu. Öyleyse insana düşen bu şerefini korumak olmalıydı. Meleklerin bile gıpta ettiği bir konumu varken, hayvanlardan bile aşağılara düşebilecek bir sefâlete kendini feda etmemeliydi. Zira her şey ona emanet edilmiştir. Yer ona emanet, gök ona emanettir. Vazifesi, yeri göğü fesada vermek değil, Hakk’ın murâdı doğrultusunda emanete sahip çıkmaktır.

İnsan, kendini sıhhatli bir bakış açısıyla değerlendiremediği dönemlerde, zihniyet kirlenmesi yaşamış ve nice nice zulümlere sapmıştır. Kadını horlamış, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar alçalmış, zayıfı köleleştirmiş ve onu insan saymamış, güçlüyü daima haklı, zayıfı hep haksız görmüş, zengin Karunlaşmış, idari gücü elinde bulunduran firavunlaşıp ilahlaşmış ve böylece bütün değerler âdeta alt üst olmuştur. İşte ilâhî vahiy, bütün bu alanlarda, herkesi ve her şeyi yerli yerine koymuş ve insana, mala, mülke ve hayata nasıl bakılması gerektiğini göstermek suretiyle, zihniyete istikâmet rotası çizmiştir. İlim, hikmet ve adâlet, değerler sisteminin ana sütunlarını oluşturmuştur.

Şirazesi bozulmuş zihniyete göre, dünya hayatı her şeydir. Bütün hayat burada başlar ve burada son bulur. Ölüm nihâî sondur. Öyleyse bu dünyada bütün hazlar yaşanmalı ve ben merkezli bir hayat kurulmalıdır. BÜYÜK HABER, bu ufuksuz ve kısır zihniyeti de sarsarak, ölümü bir son durak değil, yeni ve ebedî bir hayata açılan bir ara köprü olarak tanıtmıştır. Eline aldığı kurumuş, un ufak olmuş kemikleri göstererek: “Şimdi bu kemikleri kim diriltebilecek” diye sorana: “Onları ilk defa yaratan kim ise işte O diriltecek” cevabını vermek suretiyle, zihniyetin kapalı odalarına, ebediyet ufuklarını seyredebilecekleri aydınlık pencereler açmıştır.

Evet, ilâhî vahiy, yeni bir zihniyet aşısı yapmış, duygu, düşünce ve davranış dünyasını yeniden imar etmiştir. Yere, göğe, bitkiye, hayvana, görünen varlığa, görünmeyen âleme nasıl bakılacak, hangi değer yüklenecek göstermiştir. Hangi davranış doğru, hangi ahlâkî erdem sıhhatli, hangi yol doğru hedefe ulaştırır, bütün bunları apaçık bir şekilde beyan etmiştir. Bugün de modern dünyanın sâfiyeti kaybolmuş, kirlenmiş, ayarları bozulmuş, şirazesi kaymış zihniyetine yeni bir restorasyon gerekecekse, bunun da yegane referansı, İslâm vahyi olacaktır.

Yrd. Doç. Dr. Adem Ergül

883">