Hz. Peygamber (a.s.), tebliğe başlamasından itibaren en zor sınamalarla karşılaştı ve karşılaştığı güçlükler gittikçe arttı.
Hz. Peygamber’e (a.s.) iman edip etrafında toplanan ashabının büyük bir kısmı, kendi vatanlarını terk edip Habeşistan’a hicret etti.
Hz.Peygamber (a.s.) Mekke’de kalan Müslümanlarla birlikte,üç yıl kadar süren, şiddetli bir sosyo-ekonomik boykota uğradı, dar bir alanda kuşatma altında tutulup dünyadan ve hayattan tecrit edildi.–Vefalı sadık eşi- Hz. Hatice’nin (r.anha) ve -en önemli hamisi amcası- Ebû Tâlib’in vefatıyla âdeta Hz. Peygamber’in (a.s.) kolu-kanadı kırıldı.
İki kaybın meydana getirdiği büyük üzüntüden dolayı, o yıla senetü’l-hüzn (hüzün senesi) denildi. Nihayet Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif ’te himaye araması da sonuçsuz kaldı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen o (a.s.), insanları hiçbir menfaat gözetmeksizin tevhide çağırmaya, sarsılmaz bir kararlılıkla devam etti. İşte böyle bir durumdayken Resûlullah (a.s.) isrâ ve miraç denilen ilâhî mükâfata mazhar oldu.[446]
İsrâ ve miraç, Hz. Peygamber’e (a.s.) ihsan edilen bir mucizenin iki safhasıdır.[447]Kur’ân-ı Kerîm’in el-İsrâ (17/1) ve en-Necm (53/1-18) sûrelerindeki beyanlarla, Peygamber Efendimiz’in (a.s.) isrâsı ( الإسراء ), en az kırk beş sahabenin –tevatür derecesine varan- rivâyetleriyle[448] de miraç ( المعراج ) mucizesi sabittir.
İsrâ ve miracın gerçekleştiği hususunda, Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilaf yoktur. İsrâ ve miraç mucizesi ile ilgili bazı ihtilaflar, bu muazzam vakıanın aslına değil, tafsilât ve teferruatına dairdir. Sadece hak yoldan sapanlar batıl şüphelerle bu olayı karalamaya çalışmışlardır.[449]
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf el-Endelüsî (654-745/1256-1344) gibi müfessirlere göre, Hz. Peygamber (a.s.) isrâ hâdisesini haber verince, Mekkeli müşrikler onu (a.s.) yalanladılar. Yüce Allah, Hz. Peygamber’i (a.s.) teyit için: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir”[450] meâlindeki âyeti indirdi.[451]
İsrâ ( إسراء ) kelimesi mastar olup “gece yolculuğu yapmak” demektir.[452] İsrâ mastarının türevleri, Kur’ân-ı Kerîm’de “Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü”[453] فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ اللَّيْلِ) ) gibi birçok âyette zikredilir. Terim olarak isrâ, Yüce Allah’ın takdiriyle Hz. Peygamber’in (a.s.), Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan[454] -çevresi mübarek kılınan- el-Mescidü’l-Aksâ’ya gece yolculuğu ile[455] götürülmesini ifade eder.[456]
Miraç, “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir ism-i âlettir ve “yukarı çıkma, yükselme vasıtası” demektir.[457]
Terim olarak miraç, keyfiyeti/niteliği Kur’ân ve sahîh Sünnet tarafından bildirilen, Hz. Peygamber’in (a.s.) İlahî Huzura kabulünü ifade eder. İsrâ ve miraçta yaşadığı hâdiseler, Resûlullah’ın (a.s.) en üstün fazilete sahip olduğunun delilidir. Mescid-i Aksâ’da peygamberlere imam oldu, meleklerle görüştü, Sidretü’l-Müntehâ’ya ( 458 ](سدرة المنتهى ] götürüldü, İlâhî Huzur’a kabul edildi ve Yüce Allah’ın büyük icraatına tanık oldu.[459] İlâhî kudretin, yaratılıcılığını ve icraatını tefekkür edip idrak eden bir aklıselim, isrâ-miraç mucizesini büyük bir coşkuyla kabul eder. Evet, hesaplanamayan büyüklüğüyle birlikte yarıçapı 46 milyar ışık yıl olduğu tahmin edilen evreni, Büyüklükleri, kendi etraflarında veya başka bir gök cisminin etrafındaki dönüş hızları[460] ve yapıları türlü türlü olan sayısız gök cisimlerini, Atomu ve atom altı parçacıkları, Suyu, havayı, sesi, kokuyu, saniyede 300 000 km kadar yol alan ışığı, Âlem-i misâli, ruhu, zamanı, hayali, fikri ve benzeri varlık çeşitlerini[461] yaratan ve yöneten gerçek anlamda Nihayetsiz Bir Kudrete, hiçbir şey ağır gelmez.Rivayetlerin bütünü göz önüne alındığında, isrâ ve mi’racın aynı gecede gerçekleştiği ve Hz. Peygamber’in (a.s.) ilk önce Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü anlaşılır.[462] Kur’ân-ı Kerîm’de, el-Mescidü’l-Harâm tabiri on sekiz âyette zikredilir.[463]
el-Mescidü’l-Harâm tabiriyle âyetlerde kelamın akışına ve konuya göre:
(1) Kâbe,
(2) Kâbe ve yakın çevresinden oluşan mescit,
(3) Mekke şehri veya
(4) ilk üçünü de kapsayan Harem bölgesi kastedilir.Sözlükte “yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz” manasına elen harem kelimesi semaî bir mastardır ve Kâbe’yi kuşatan sınırları belirli bir bölgeye alem; yani özel isim olmuştur. Aynı isim, bir takım dokunulmazlıklarla donatılmış olan ve sınırları Hz. Peygamber (a.s.) tarafından çizilen Medine ve çevresi için de kullanılır.Hz. Peygamber (a.s.): “Mekke İbrahim’in, Medine benim haremimdir” مَكَّةُ حَرَمُ إبراهيم والمدينةُ حَرَمي) ) buyurmuştur. Bu bölgelere harem denilmesi, buralarda savaşın, zararlılar dışında canlıların öldürülmesinin ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin yasaklanmasından ve bir takım dokunulmazlıklarla üstün kılınmasındandır.
Harem ve harâm ( حرام ) kelimeleri eş anlamlıdır. Harem yer ismidir. Haram hem helâlin zıddı olup dinen yasaklanan şeylere denir. Hem de yer ismidir. Yani el-Mescidü’l-harâm[464] gibi tabirlerde harâm kelimesi, haccın eda edildiği ve hac yasaklarının geçerli olduğu, Kâbe’yi kuşatan, sınırları belirli bir bölgeye denir. Bundan dolayı Mekke’ye el-Beledü’l-Harâm denildiği gibi Kâbe el-Beytü’l-harâm, çevresindeki mescit de el-Mescidü’l-Harâm diye anılmaktadır.[465]
Öyleyse isrâ ile ilgili rivayetlerdeki: “ben Mescid-i Harâm’da bulunduğum bir sırada”, “Kâbe’de Hicr” veya “Hatîm” denilen yerde iken, “evimde bulunduğum bir sırada’’, “ Ümmü Hânî’nin evinde” gibi ifadeler arasında bir çelişki yoktur.Çünkü İbn Abbâs’ın (r.a.) da belirttiği gibi Harem denilen bölgenin tamamı Mescid-i Haram’dır.[466] Hz. Peygamber (a.s.) Cebrâil ile birlikte Mescid-i Aksâ’ya vardığında Burâk’tan ( 467 ]( البراق ] indi, Cebrâil Burâk’ı Mescid-i Aksâ’nın kapısına, yanına veya onun yakınında peygamberlerin bineklerini bağladığı bir halkaya veya kendisinin deldiği bir taşa bağladı.[468]Peygamber Efendimiz (a.s.), Mescid-i Aksâ’da iki rekât namaz kıldı ve peygamberler topluluğuna imam oldu.[469] Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah (a.s.) süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onunla (a.s.) birlikte dünya semasına yükseldi. Hz. Peygamber (a.s.), semaların her birinde sırasıyla Âdem (a.s.), Îsâ (a.s.), Yûsuf (a.s.), İdrîs (a.s.), Hârûn (a.s.) ve Mûsâ (a.s.) ile görüştü; nihayet Beytülma’mûr’un[470] bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le (a.s.) buluştu. Sidretü’l-müntehâ ( 471 ](سدرة المنتهى ] denilen yere vardıklarında, ilahi hüküm ve kararları yazan meleklerin kalemlerinin çıkardığı sesleri duydu. Sözlükte “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli nebk ağacı” anlamındaki sidre ile “son nokta” anlamındaki müntehâ kelimesinden oluşan Sidretü’l-müntehâ (son noktada bulunan sidre), miraç gecesi Hz. Peygamber’in (a.s.) mazhariyeti dışında, büyük meleklerin ve peygamberlerin ötesine geçemediği, yaratılmışların ilminin ulaşabileceği son noktadır.[472] Hz. Peygamber (a.s.), miraç gecesi Cebrâil ile Sidretü’l-müntehâya kadar gitti ve Cebrâil’in daha ileriye gitmesine izin verilmediği için kâbe kavseyne ( 473 ](قاب قوسين ] olan yolculuğuna Refref [474 ](الرفرف) ] ile devam etti.
Cebrail (a.s.), sınır işareti olan Sidre Ağacı’ndan sonra İlâhî Huzur’un eşiğine varıncaya dek izleyeceği yolu Hz. Peygamber’e (a.s.) tarif etti. Kur’ân’ın ifadesiyle, 475] aralarında sadece bir yayın iki ucu, hatta daha az bir mesafenin kaldığı İlâhî Huzur’a vardı. İlâhî Huzur’da, – Resûlullah’ın (a.s.) “göz aydınlığı” (جعلت قرةعيني في الصلاة) ve “müminin miracı” ( 476 ](الصلاة معراج المؤمن ] diye nitelediği- namazın teşehhüt bölümünde okuduğumuz şu konuşma gerçekleşti: Resûlullah (a.s.) Yüce Allah’a karşı selam yerinde: “ ,”التَّحِيَّاتُ لَِِّ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ başka bir rivâyette ise: “ التَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لَِِّ ” dedi. Bazı şârihler bu cümleyi şöyle izah etmişlerdir:
“Bütün canlıların hayatlarıyla gösterdikleri fıtrî ibadet ve tesbihler ( ,(اَلتَّحِيَّاتُ Bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve ‘mübarek’ denilen, hayatın ve canlıların hülâsası olan mahlûkların, özellikle tohumların ve çekirdeklerin, tanelerin, yumurtaların fıtrî mübareklikleri, bereketleri ve kullukları,(اَلْمُبَارَكَاتُ) Canlıların hülâsası olan bütün ruh sahibi varlıkların özel ibadetleri ( اَلصَّلَوَاتُ ) ve Ruh sahibi varlıkların hülâsaları olan kâmil insanların ve mukarreb melaikelerin ibadetlerinin hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetler Allah’a mahsustur”. Yüce Allah, bu kulluk arzına şöyle karşılık verdi: السَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ : Ey Peygamber! Selâm, Allah’ın rahmet ve tüm bereketleri de senin üzerine olsun! Resûlullah (a.s.) [Selâm-ı İlâhî’nin ve yeryüzünde Selâm-ı İlâhî’yi temsil eden İslâmiyet’in, yalnızca kendisine değil ümmetinin bütün salihlerine şamil olması için bir dua mahiyetinde] şöyle karşılık verdi: السَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ : Selâm bizlerin ve Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun![477] Bu sohbetten hissedar olan Cebrâil: “ أَشْهَدُ أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ” (Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ederim. Ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resûlü olduğuna tanıklık ederim) dedi.[478]Resûlullah (a.s.), namazın teşehhüt kısmında okunan bu muhavereyi, Kur’ân öğretir gibi ( 479 ](كَانَ رَسُولُ اللهِ -صلى الله عليه وسلم- يُعَلِّمُنَا التَّشَهُّدَ كَمَا يُعَلِّمُنَا الْقُرْآنَ ] veya bir çocuğa yazı yazmanın öğretilmesi gibi öğretirdi. [480]
Hz. Peygamber’e (a.s.) Miraç’ta Bahşedilen Hediyeler
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in el-Bakara Sûresi’nin son iki âyetini (285-286) Resûlullah’a (a.s.) hediye etti. Yüce Allah, birliğine inanıp O’na ortak koşmayanların (şirke düşmeyenlerin) ve Hz. Muhammed’in (a.s.)peygamberliğine inanan bütün Müslümanların, günahkâr olsalar da Cehennem’de bir süre cezalarını çektikten sonra affedilip kurtulacaklarını müjdeledi.[481] Böylece Yüce Allah, Resûlullah’ı (a.s.) taltif edip onu (a.s.) onurlandırdı. Miraç vesilesiyle beşeriyete lütfedilen ilâhî bir hediye olan el-Bakara Sûresi’nin son iki ayeti meâlen şöyledir:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik.Ey Rabbimiz, affına sığındık. Dönüş sanadır!’ dediler. Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı (hayır) kendisine, yapacağı (şer) de kendisinedir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur ya da hataya düşersek bizi sorumlu tutma!
Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize, üstesinden gelemeyeceğimiz işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Çünkü Sen bizim efendimizsin! Öyleyse kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!”[482]
“Amenerresulü” diye anılan el-Bakara Sûresi’nin son iki ayeti, ilahi emirler karşısında mutlak itaate yönelen müminlerin inançlarındaki sadakatlerini ifade etmektedir. Ayrıca bir önceki ayette geçen “İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz da Allah sizi hesaba çekecektir”[483] haberiyle endişeye kapılan müminlere bu ayetlerle kolaylık bahşedildi, mükellefiyetler hafifletildi. Böylece Yüce Allah’a tam itaat ve iltica meyvelerini verirken yersiz kuşkular da bertaraf edildi. Peygamber Efendimize (a.s.), miraç gecesinde, vasıtasız bir şekilde vahyolunan bu ayetler, onun (a.s.) tarafından övüldü, özellikle yatmadan önce her gece okunması: “Kim el-Bakara Sûresi’nin son iki ayetini gece okursa, bu iki âyet ona yeter [484 ] hadîsiyle tavsiye edildi. “Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler”. Gerçekten bu çok harika bir durumdur! Bu ne hoş bir lütuf ve nimettir! Eğer bir görevin mutlak bir mükemmellik içerisinde yerine getirilmesi gerekseydi insanın hali nice olurdu? Ama eğer herkesin kendi güç ve yeteneğine göre elinden geleni yapması gerekirse, en az yetenekliler için bile bir kurtuluş ümidi var demektir.İlk âyet insanlık adına, uluslararası ve dinler arası ilişkiler adına çok büyük bir lütuftur. Söz konusu âyet, Hz. Muhammed’e (a.s.) ve Müslümanlara,tüm peygamberlere ve vahiy kaynaklı kutsal kitapların tahrif edilmemiş hallerine inanmayı emretmektedir! Böyle bir müsamaha diğer dinlerde yoktur. Bu anlayış, dinlerin ve ırklarının farklılığına rağmen yeryüzündeki tüm insanlar arasında barış ortamını tek başına oluşturmaya muktedirdir. Sadece İslâm’ı esas alan bir yönetim, bütün insanlar için barış ve adaleti sağlayabilir ve tarih boyunca da böyle olmuştur.[485]
Yüce Allah, miraçta günde beş vakit namazı farz kıldı. Aslında bu rakam 50 vakit idi, ama daha sonra, dönüş yolculuğu sırasında Hz. Musa’nın (a.s.) tavsiyesi üzerine, sayının azaltılmasını istemek için İlâhî Huzur’a tekrar vardı, sonunda bu rakam, her biri on vakit yerine geçmek üzere beşe indirildi.[486] Cebrail, Hz. Peygamber’e (a.s.) Cennet’i, nimetlerini ve bu nimetlere layık görülen insanların mutlu hallerini; aynı şekilde Cehennem’i ve korkunç hallerini ve buna layık görülen insanların durumlarını gösterdi. Kur’ân’ın ifadesiyle,[487] “Allah, Kulu’na (Muhammed’e) vahiy etmek istediği şeyi vahiy etti” ve daha önce Hz. Musa’ya (a.s.) on emri (evâmir-i aşere) verdiği gibi Resûlullah’a (a.s.) on iki emri[488] vahiy etti. Bu emirleri şu şekilde karşılaştırmak mümkündür:
Kur’ân-ı Kerîm’deki On İki Emir:
1- Ancak O’na ibadet ediniz.
2- Ana-babaya iyilikle muamele et.
3- Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver.
4- Ne cimri, ne de savurgan ol.
5- Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz.
6- Zinaya yaklaşmayınız.
7- Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz.
8- (Sorumluluğunuz altındaki) yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle yaklaşınız.
9- Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz.
10- (Tartarken) ölçüyü tam yapın.
11- Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma.
12- Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!
Bu on iki emri zikrettikten sonra, Kur’ân şu ilavede bulunur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahiy ettiği hikmetlerdir”.[489]
Tevrat’taki On Emir:
1- Benim huzurumda başka ilahlara tapmayacaksın.
2- Yontma put ya da resim yapmayacak, onların önünde secde etmeyeceksin.
3- Zat-ı Ezelî olan Rabbinin adına boş yere yemin etmeyeceksin.
4- Dinlenme gününü (sebt/cumartesi) hatırla.
5- Babana ve annene hürmet et.
6- Asla adam öldürme.
7- Zina etmeyeceksin.
8- Hırsızlık yapmayacaksın.
9- Yalan şahitlik yapmayacaksın.
10- Komşunun/akrabanın evine göz dikmeyeceksin, komşu ve yakınının hanımına, erkek veya kadın hizmetçisine, öküzüne, eşeğine veya komşuna ait herhangi bir şeye göz dikmeyeceksin.
İsrâ Sûresi
İsrâ-miraç mucizesinin ilk safhasından da bahseden el-İsrâ Sûresi her bakımdan önemlidir. İsrâ Sûresi, Yüce Allah’ı tesbih ile söze başlar. Hz. Peygamber(a.s.), Allah’ı tesbih etmenin “O’nun her türlü eksik ve kötü sıfattan uzaklığını” تنزيه الله من كل سوء) ) ifade ettiğini bildirir.[490] Abdullah İbn Abbâs’ın (r.a.) şöyle demiştir: “Tevrat’ın tümü, Benî İsrail (İsrâ) Sûresi’ndeki on beş âyette saklıdır”. Bu sûrede Yahudilerin isyan ve bozgunculukları, mescitlerinin tahribi, sonra Hz. Peygamber’i (a.s.) rahatsız edişleri, onu Medine’den çıkarmaya yeltenmeleri ve ona (a.s.) ruh hakkında soru sormaları zikredilmektedir. Sonra sûrede, Hz. Musa’ya (a.s.) verilen dokuz mucize ve onun Firavun ile yaptığı konuşma yer almakta, Firavun’un onları sürgün etmek istediği ve bunun üzerine helak edildiği haber verilmektedir. Ardından İsrail oğullarının yeryüzüne varis kılındığı bildirilmektedir. İşte bu âyetlerde İsrail oğullarının yaşadığı olaylara gönderme yapılmaktadır. Nitekim Firavun’un yurtlarından sürmeyi planladığı kimseler oldukları halde, şimdi de onlar Hz. Peygamber’i (a.s.) Medine’den sürüp çıkarmak istemektedirler. Ancak kendilerini sürgün etmek isteyen Firavun’un başına gelenlere benzer şekilde şimdi de Medine’den çıkarılacak olanlar asıl kendileridir ve yerlerine de Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabı varis olacaktır. Nitekim aynen böyle olmuştur. Keza İsra Sûresi’nin başlarında Mescid-i Aksâ’nın tahribi hâdisesi dile getirilmiştir. “Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi”.[491] Tefsirlerde bu güçlü kuvvetli kulların:
(1) Asur Ve Ninova kralı Senharib (Sencarib: İ.Ö. 704-68199), (2) -Milâttan önce 605-562 yılları arasında hüküm süren, Yahuda Devleti’ni ortadan kaldırarak Kudüs’ü ve Süleyman Mâbedi’ni yakıp yıkan Bâbil kralı- Buhtunnasr (Nebukadnezzar II)[492] veya (3) -Hz. Dâvûd tarafından öldürülen ünlü bir savaşçı, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde İsrâiloğulları’nın savaştıkları düşman kavimlerden birinin reisi-Calut’un[493] orduları olduğu zikredilir. Bunların, Mescid-i Aksâ’yı ve Tevrat nüshalarını yaktıkları, İsrail oğullarının âlimlerini öldürdükleri ve 70.000 kadar esir aldıkları rivayet edilmektedir.Bütün bu musibetlere sebep olan İsrail oğullarının ilk fesatları: Zekeriya’yı (a.s.) öldürmeleridir. Kur’ân-ı Kerîm’de Zekeriya (a.s.) adı altı yerde geçer.[494] O (a.s.), duası kabul edilen, hayırlı işlere koşan,[495] namaz kılan,[496] Hz. Meryem’i himaye eden,[497] Allah’ın kulu olarak tanıtılan[498] bir peygamberdir. İkinci fesatları: -İ.Ö. 7. yy.ın sonları ve MÖ 6. yy.ın başlarında Kudüs’te, Yehuda Krallığı Babillilere yenik düştüğü zamanki kral Yoşiya zamanında yaşamış peygamber- Ermiyâ’yı (Yeremya) hapsetmeleridir. el-İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde Muhammed Mustafa’nın (a.s.) oraya gece götürülmesi zikredilmiştir. Böylece isrâ hâdisesiyle, Hz. Peygamber’in (a.s.) ve binitinin Mescid-i Aksâ’ya girmesiyle orası şereflendirildi ve Mescid-i Aksâ’nın daha önce yaşanan tahrip edilme olaylarına bu şekilde karşılık verilmiş oldu.[499]
İsrâ Mucizesine Mekkeli Müşriklerin Tepkileri
Ebû Cehil: “Ey Ka’b b. Lüey oğulları! Gelin! Toplanın!” diye seslenerek Kâbe’nin çevresinde bulunanları çağırdı ve Hz. Peygamber’den (a.s.) olup-bitenleri anlatmasını istedi. Amacı Hz. Peygamber’i (a.s.) güç duruma düşürmekti. Resûlullah (a.s.), isrâ gecesinde olanları anlattığında müşriklerin tepkileri farklı farklı oldu. Kimi müşrikler hayret ve inkârla alkış çaldı, kimi ellerini başlarına koyarak hayretle anlatılanları dinledi. Mekkeli Müşriklerden –Cübeyr b. Mut’im’in babası- Mut’im b. Adiy,[500] onu (a.s.) alaya alıp Beytülmakdis’i tarif etmesini istedi. Zira müşrikler orayı daha önce görmüşlerdi, oraya gidiş-dönüşün kırk gün[501] sürdüğünü ve Hz. Peygamber’in (a.s.) orayı daha önce görmediğini biliyorlardı. Sahîh Sünnet’te Hz. Peygamber’in (a.s.) Beytülmakdis’e girdiğini ve orda namaz kıldığını gerektirecek sarih ifadeler mevcuttur.[502]
1- Mesela Zamehşerî’nin el-İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsirinde naklettiği bir hadîste: “Peygamberler bana temessül ettirildi ve onlara namaz kıldırdım”مثل لي النبيون فصليت بهم) ) denilmektedir. Bu hadîs bize: “Meryem, onlarla kendi arasınabir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü” ( 503 ](فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا ] meâlindeki âyeti hatırlatır.
2- “(İsrâ haberinde) Kureyş beni yalanlayınca Hicr’de (Kâbe’nin Hatîm’i) ayakta durdum. Allah, Beytülmakdis’i gözümün önüne getirdi, ona bakarak belirgin özelliklerini Kureyş’e haber vermeye başladım” [504 ]
3- “Kendimi Hicr’da gördüm. Kureyş, bana İsrâ seyahatimi; Beytülmakdis’ten tespit edemediğim bazı şeyler sordu. Bu sebeple o kadar zor durumda kaldım ki, hiç bu kadar sıkılmamıştım. Derken Allah onu bana gösterdi. Ne sordularsaona bakıp haber verdim. (İsrâ gecesi) bir de kendimi peygamberlerden oluşan bir cemaatin içinde gördüm. Baktım ki, Musa kalkmış namaz kılıyor. Düz saçlı, uzunca boylu bir zat, zannedersin Şenûe kabilesi erkeklerinden biri. Bir de baktım İsâ b. Meryem (a.s.) kalkmış namaz kılıyor. İnsanların ona en ziyade benzeyeni Urve b. Mesut es-Sekafi’dir. Baktım İbrahim (a.s.) da kalkmış namaz kılıyor. İnsanların ona en ziyade benzeyeni sahibinizdir (yani benim). Derken namaz vakti geldi, ben onlara imam oldum. Namazı bitirince içlerinden biri: Ey Muhammed! Şu zat cehennemin bekçisi Malik’tir, ona selâm ver dedi. Ben ona doğru bakınca o bana selâm verdi”Kimi Mekkeliler, Peygamber Efendimiz’in (a.s.), Filistin istikametinden gelmekte olan ve günlerdir bekledikleri kervanlarının şimdi nerede bulunduğunusöylemesini istediler.[506] Müşriklerden biri de Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine koşarak, ona bu yeni durumu haber verdi. Ama o sadık insan, bir an bile tereddüt etmeyip: “O söylemişse doğrudur” diye cevap verdi. “Onu bu konuda doğrular mısın?” diye tekrar sorduklarında: “Daha ötesini de tasdik ederim. Muhammed (a.s.), gece veya gündüz, kendisine semadan haber geldiğini haber veriyor; ben kendisini yine tasdik ediyorum” dedi. O günden itibaren, Hz. Ebû Bekir (r.a.), Müslümanlar nezdinde herkesin gıpta ettiği es-Sıddîk lakabına nail olmuştur.[507] Mescid-i Aksâ/Beytülmakdis İsrâ-miraç mucizesi vesilesiyle Mescid-i Aksâ ve Beytülmakdis tabirleri sıkça zikredilir. el-İsra Sûresi’nin ilk âyetinde “el-Mescidü’l-Aksâ”, konuyla ilgili hadîs, siyer-megâzî ve benzeri kaynaklarda yer alan rivâyetlerde ise genellikle “Beytülmakdis” tabiri kullanılır. Evvela şunu hatırlatmalıyız: Müslüman tarihçiler ve ilim adamları, aşağıda temas edileceği üzere, Hz. Süleyman’ın (a.s.) Kudüs’te yaptırdığı Mescid’in neonarılmış ne de işgaller nedeniyle yıkıldıktan sonra yeniden yapılmış halinin isrâ hâdisesi vuku bulduğu dönemde mevcut olmadığını biliyorlardı.[508] İsrâ hâdisesinde önemli yer işgal eden el-Mescidü’l-Aksâ’nın hangi mescit olduğu hususunda âyetlerde açıklama yapılmamıştır. (1) Ancak Mescidin harf-i tarif ( ال ) ile zikredilmesi, el-Aksâ kelimesiyle nitelenmesi ve çevresinin mübarek kılındığının belirtilmesi, söz konusu Mescidin Kur’ân-ı Kerîm’in Mekkeli muhatapları tarafından bilinen bir yer olduğuna işaret eder. (2) Hadîs, tefsir, siyer-megâzî, ahbâr, tarih ve coğrafya (buldân) âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen ve çevresinin mübarek kılındığı belirtilen el-Mescidü’Aksâ’nın, Kudüs’te[509] Hz. Süleyman’ın (a.s.) inşa ettiği ve Beytülmakdis de denilen Mabet olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.[510] (3) Mekkeli müşriklerin, isrâ hadisesi vesilesiyle Hz. Peygamber’den (a.s.) Beytülmakdis’i tarif etmesini istemeleri, orayı bildiklerinin başka bir delilidir. (4) Mescid-i Aksâ’nın bir süre Müslümanların kıblesi[511] olduğu da bilinen bir husustur.[512] el-Mescidü’1-Aksâ tabirindeki “aksâ” kelimesi, “uzak” anlamındadır ve Mekke’ye uzaklığından dolayı Mabed’e bu ad verilmiştir.[513] Mescid-i Aksâ, “uzak mescit” anlamına gelir. Hâlbuki Kur’ân’da Filistin için “edne’l-arz” (en yakın yer) ifadesi kullanılır.[514] Bu nedenle Mescid-i Aksâ’nın semavî bir mescit olması ihtimali ileri sürülmüştür.[515] Hem tarihî veriler hem de âyetteki ifadeler dikkate alındığında söz konusu mabedin tarihî bir gerçekliğinin bulunduğu açıktır. O dönemlerde mescidin mevcut olmaması daha önceleri Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın bulunmadığını da göstermez. Kaynaklarda belirtildiği gibi Resûlullah (a.s.) dönemindeki Kâbe, Hz. İbrâhim’in (a.s.) kurduğu binadan farklı idi.[516] İlahî dinlerde tevhit inancı açısından ibadetlerin ifası sırasında müminlerin yöneldiği mekân (kıble) bir amaç değil bir araçtır. Bu mekânın üzerindeki binanın yüzyıllar içinde yıkılıp yeniden yapılması veya zaman zaman mevcut olmaması dahi mekânın manevi konumunu etkilemez.[517] Bu sebepledir ki fıkıh ve ilmihal kaynaklarında şöyle denilir: Kıble olarak Kâbe, Mekke’deki bilinen yapıdan ibaret değildir. Belki bu binanın yerinden ibarettir. Bu mübarek yerin göklere kadar üst tarafı ve en derinliklerine kadar alt tarafı bütün kıble cihetidir.[518]
Yine bütün tefsîr ve hadîs şerhleri kaynaklarında şu meâlde kayıtlar yer alır:Mescid-i Harâm, Mekke Mescidi’dir ve Kâbe’yi çevreleyen sahadır. Hatta Harem bölgesinin tamamı Mescid-i Harâm’dır. Mescid-i Aksâ da Kudüs Mescidi’dir, buna Beytulmakdis de denilir. Yeryüzünde ilk önce Mescid-i Harâm, sonra Mescid-i Aksâ bina edilmiştir. Mescid-i Aksâ, Hz. Musa’dan (a.s.) Hz. İsâ’ya (a.s.) kadar birçok peygamberin toplanma yeri ve vahyin iniş mekanı olduğu için, Hz.Peygamber (a.s.) de miraçta oraya götürülmüştür.Netice itibariyle Bizans-Sâsânî savaşlarında Bizans en önemli yenilgisini Bilâdü’ş-Şâm’ın Arabistan’a en yakın yerinde yaşamış; bunun için Kur’ân-ı Kerîm buraya “edne’l-arz” (en yakın yer)[519] demiştir.[520] Hz. Peygamber’in (a.s.) isrâsı ise söz konusu yerin daha ötesine; yani Mekke’ye uzak bir mesafede yer alan ve bir peygamber tarafından yaptırılan bir mescide; yani Mescid-i Aksâ’ya olmuştur. Cahiliye devrinde ve İslâm’ın ilk dönemlerinde, Kudüs için kullanılan İliyaإيلياء) ) ismi, Romalıların şehre verdikleri Aelia[521] isminin Arapçalaşmış şeklidir.İslâm kaynaklarında “İlyâ’ medînetü beyti’l-makdis” ( إيلياء مدينة بيت المقدس ) şeklinde geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis denilmektedir.Müfessirler ve Müslümanlar, İslâm’ın ilk dönemlerinde ve daha sonraki asırlar boyunca, Kur’ân-ı Kerîm’deki “el-Mescidü’l-Aksâ”,[522] “mübevvee sıdk ( مُبَوَّأَصِدْقٍ ): güzel bir yurt”,[523] “el-arzü’l-mukaddese: mukaddes toprak”[524] ve Beytülmakdis gibi ifadelerden:
(1) Mabed’i,
(2) Mabed’in de içinde bulunduğu Harem-i Şerif denilen alanı,
(3) Kudüs şehrini,
(4) Mabed’i, Harem’i ve şehri kapsayan Filistin topraklarını anlamış ve söz konusu tabirleri az önce zikredilen yerlere isim olarak kullanılmışlardır.[525] Özellikle şunu belirtmekte yarar vardır. -Yukarıda temas edildiği üzere-
(1) Kâbe’ye,
(2) Kâbe’yi çevreleyen ve ibadet için kullanılan alana,
(3) Mekke’ye ve
(4) Hac ibadetinin eda edildiği, hac yasaklarının söz konusu olduğu Harem bölgesine Mescid-i Harâm denildiği gibi, Mescid-i Aksâ’ya/Beytülmakdis’e de çevresiyle birlikte Harem-i Şerif denilmektedir. Bu nedenle –Hz. Peygamber (a.s.) için yazdığı kasideleriyle tanınan- Muhammed b. Saîd el-Bûsirî (608-695/1212-1296 [?]), bir kasidesinde:
“Bir gece, bir Harem’den (başka) bir Harem’e yolculuk ettin.
Tıpkı dolunayın karanlık geceyi yarıp geçtiği gibi”
سريتَ من حرمٍ ليلاً إلى حرمِ * كما سرى البدر في داج من الظلم) ) demiştir.
Beytülmakdis’in haremi, eski Kudüs’te, kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m. uzunlukta ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili olan 145 dönümlük bir alandır.Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (a.s.) isrâ-miraç mucizesi vesilesiyle götürüldüğü ve Mekkeli müşriklere tarif ettiği Beytülmakdis ve Mescid-i Aksa gibi tabirler ile kastedilen:
(1) Kudüs şehri,
(2) Beytülmakdis’in Harem-i Şerîf ’i,
(3) Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu yerin herhangi bir kısmı,
(4) Mescid-i Aksâ’dan kaldığı kabul edilen Burâk Duvarı gibi herhangi bir kalıntısı olabilir.
(5) Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîste Mescid-i Aksâ’dan bahsedilmesi, Kudüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilip –tıpkı Hz. Süleyman’ın (a.s.) yaptığı gibi orada Allah’a ibatede tahsis edilmiş bir mescit inşa edeceklerine dair ihbar-ı gayb nevinden bir mucize de olabilir.
(6) Yüce Allah, Hz. Peygamber’e (a.s.) Hz. Süleyman’ın (a.s.) yaptırdığı Mescid’in asıl halini göstermiş olabilir.
Bu ihtimallerin hiç biri, her şeye Kâdir ve Kadîr Yüce Allah’ın kudretine hiçbir şekilde güç gelmez. Kâinatın hâkimi Melik ve Mâlik Yüce Allah, âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber (hâtemü’n-nebiyyîn) Muhammed Mustafa’yı (a.s.) İlahi Huzur’a kabulünde, bu emsalsiz buluşma için gerekli olan muhteşem şartları ve ortamı da emsalsiz bir şekilde takdir edecektir. Yine Müslümanların benimsediği Kudüs adı Mabed’i de ifade eder. -Muhammed b. Ahmed el-Minhâcî (813-889/1410-1484’ten sonra) gibi- âlimler, Beytülmakdis’in yirmi iki kadar adı olduğunu belirtirler.[526] Mescid-i Aksâ’nın yerinin tespiti ve planlanması Hz. Dâvûd (a.s.) ile başlar.
Yüce Allah, Hz. Süleyman’ın (a.s.) Mabed’i yapmasını emreder. Bunun üzerine Hz. Dâvûd (a.s.), oğlu Hz. Süleyman’a durumu anlatıp Mabed’i inşa etmesini ister ve Mabed’in yapımıyla ilgili bütün malzemeleri ve elemanları ona teslim eder. Mabed’in ilk yeri konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre günümüzde Kubbetü’s-Sahre’nin bulunduğu Harem’in en yüksek kısmına; onun Kudsü’l-akdes denilen en iç mekânına veya sunağın (mezbah) bulunduğu kısma karşılık gelmektedir.İslâm çağında, Mescid-i Aksâ’nın Harem-i Şerif ’inde ilk mescit Hz. Ömer (r.a.) tarafından yaptırıldı: Hz. Ömer (r.a.), hicretin 17. (638) yılında, Patrik Sophronios’tan Kudüs’ü sulh yoluyla teslim aldı. Hz. Ömer (r.a.), Kudüs’e gelince, Hıristiyanlık döneminde Helena (250-330) tarafından –Yahudilerden intikam almak gayesiyle- kalıntıları yıktırılıp çöplük ve moloz dökme alanına dönüştürülen[527] Beytülmakdis’in bulunduğu Kayalığın; yani es-Sahre’nin yerini sordu. Hz. Ömer (r.a.), Kâ’b el-Ahbâr’ın delaletiyle es-Sahre’nin dolayısıyla Mescid-i Aksâ’nın (Süleyman Mabedi’nin) yerini buldu ve temizletti. Kendisi de eteğinde toprak taşıyarak temizlik çalışmasına katıldı ve Sahre’nin güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırdı. Daha sonra da buraya bir mescit yaptırdı. Hatta Kâ’b el-Ahbâr, Hz. Ömer’e (r.a.) mescidi es-Sahre’nin arkasına bina etmesini, böylece Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Muhammed’in (a.s.) kıblelerini birleştirmiş olacağını söyledi. Fakat Halife bunu onun ırkî yaklaşımına yorup mescidi es-Sahre’nin önüne yaptırdı. Hicretin 50’li yıllarında aynı yerde 3000 kişinin namaz kıldığı bir mescit bulunuyordu. Yine Abdülmelik b. Mervân, Harem-i Şerif ’te -ortası kubbeli, sekizgen ve iki katlı bir cami olan-Kubbetü’s-Sahre’yi yaptırdı. Batılılar, Kubbetü’s- Sahre’ye Ömer Camisi de derler. Abdülmelik b. Mervân’ın oğlu I. Velîd ise Mescid-i Aksâ’yı inşa ettirdi. Harem-i Şerif ve muhteviyatının fazileti âyetler ve hadîslerle sabittir. Allah’ın izin verdiği ölçüde bu Mescid’e tazim edilip saygı gösterilmiştir ve gösterilecektir.
Günümüzde ise Harem-i Şerif ’te, başta Kubbetü’s-Sahre ve Mescid-i Aksâ gibi -Müslümanlar için- paha biçilemeyen pek çok yapı bulunmaktadır.
Gusül ve Abdest
Namaz, Yüce Allah’ın, kulunu huzuruna kabul etmesidir. İşte bu kabul ve bu ubudiyet arzı, bir hazırlığı gerekli kılmaktadır. Allah’ın huzurunda duran kulun uyanık, şuurlu, içi ve dışı ile tertemiz olması gerekir; abdest ve gusül bunları temin için en güzel vasıtalardandır. Burada öncelikle üzerinde durulması gereken bir konu namazın ön şartlarından gusül ve abdestin teşrî’ tarihleridir. Üsâme b. Zeyd (r.a.), Berâ b. Âzib (r.a.) ve başkalarından: “Cebrâil, vahyi ilk indirdiğinde Peygamber’e (a.s.) abdesti ve namazı da öğretti” şeklinde bir rivâyet nakledilmiştir. Âlimler, (1) sahîh kabul edilen bu rivâyete, (2) abdest âyetinin (el-Mâide 5/6) Medenî olmasına ve (3) Hz. Âişe’nin (r.anha): “Yüce Allah teyemmüme âyetini (en-Nisâ 4/43) indirdi” demesi; “abdest âyeti” dememesine[530] binaen: Abdestin farz kılınmasının Mekkî, farz olduğunu bildiren âyetin ise Medenî olduğu neticesini çıkarmışlardır.[531]Abdestin Medine’de farz kılındığına el-Mâide Sûresi’nin 6. âyeti delil getirilmiştir. Halbuki siyer ulemâsı, guslün, namaz gibi Mekke’de farz kılındığı ve Hz. Peygamber’in (a.s.) abdestsiz namaz kılmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. İbn Hacer’e göre, bu hususu ilim erbabının bilmemesi mümkün değildir. el-Hâkim en-Nîsâbûrî, abdestin el-Mâide Sûresi’nin 6. âyetinden önce mevcudiyetine dair İbn Abbâs’ın: “Fâtıma, Peygamber’in (a.s.) huzuruna ağlayarak gelip dedi ki: ‘Kureyş’in ileri gelenleri seni öldürmek konusunda ahitleştiler’. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.): ‘Bana abdest suyu getir’ dedi ve Hz. Peygamber abdest aldı” şeklindeki rivâyetini delil gösterir. el-Hâkim en-Nîsâbûrî’nin naklettiği bu rivâyet hicretten önce abdestin olmadığını ileri sürenlerin iddiasını reddeden uygun bir delildir. Fakat bu rivâyet, hicretten önce abdestin vücubunu kabul etmeyenlerin iddiasını reddetmek için delil olarak ileri sürülemez. İbnü’l-Cehm el-Mâlikî, hicretten önce abdestin mendup olduğunu, İbn Hazm ise abdestin Medine’de emredildiğini söyler. Urve b. Zübeyr’in öğrencisi Ebu’l-Esved’den megâzî ilmini alan Abdullah b. Lahîa el-Mısrî’nin (97-174/715-790) istihraç ettiği: “Cebrâil, Peygamber’e (a.s.) ilk olarak vahiy indirdiğinde ona abdesti de öğretti” şeklindeki rivâyet, İbnü’l-Cehm el-Mâlikî ile İbn Hazm’ın görüşlerini reddetmek için delil olarak ileri sürülmüştür. İbn Hacer, aynı rivâyetin Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce ve Taberânî tarafından da rivâyet edildiğini belirtir.[532]
Netice itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’de abdest ile ilgili hükmü açıklayan: “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın”[533] meâlindeki âyet Medine döneminde nâzil olmuştur. Namazın ise Mekke döneminde mirâç gecesi farz kılındığı, Cebrâil’in Hz. Peygamber’e (a.s.) namazı ve abdesti öğrettiği ve bahsedilen âyetin nüzulünden önce asla abdestsiz namaz kılınmadığı, siyer âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Abdestin ilgili âyetle farz kılındığı, daha önceleri ise namaz için abdest almanın mendup olduğu yolundaki münferit görüşler bir yana, bütün Müslüman âlimler abdestin Cebrâil’in öğretmesiyle Mekke’de namazla birlikte farz kılındığını, zikredilen âyetin de mevcut bir hükmün ehemmiyetine binaen teyit ve takriri niteliğinde olduğunu kabul ederler.
Böylece abdest, ihtilaf kabul etmeyen kesin ve müstakil bir nassa dayandırılmışolup, namaza bağlı tali bir hüküm olduğu mülahazasıyla zamanla önemsenmeyerek ihmal edilmesi ihtimali ortadan kaldırılmıştır. Bunun yanında ilgili âyet nâzil oluncaya kadar Resûlullah’ın (a.s.) abdest almadan hiçbir iş yapmadığı ve hatta konuşmadığı da rivâyet edilmiştir.[534]
Beş Vakit Namaz
“Namaz dinin direğidir” [ 535 ][الصلاة عماد الدين ] hadîsinde belirtildiği üzere en büyük ibadet Allah rızası için kılınan namazdır. Namaz, “müminin miracı” “gözünün nuru”dur. İslâm’da imândan sonra en büyük hakikat namazdır. Namaz ibadet duygusu ile Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak, belli şekillerle O’na kulluk yapmak ve O’nunla konuşmaktır. Namaz Allah’ın, kulunu, huzuruna kabul etmesidir. Namaz en büyük zikirdir; Allah’ı anma şekillerinin en mükemmelidir. Aklı eren kimse için namazı terk etmenin hiçbir mazereti yoktur. Darlık zamanlarında ruhsatlar ve kolaylıklar vardır. Genişlik ve huzur zamanlarında ise vakit ve erkânına riayetle tam olarak kılınır.[536]
Hadîs ve siyer ulemâsı, beş vakit namazın isrâ gecesinde farz kılındığı hususunda müttefiktir. Buna dair başta Buhârî’nin el-Câmi’u’s-Sahîh’inde olmak üzere birçok nass mevcuttur. Buhârî’de yer alan miraç ile ilgili hadîs beş vakit namazın farz kılınmasını ifade eden en önemli ve en sahîh hadîstir.[537] İbn Abbâs (r.a.), Ebû Hüreyre (r.a.), Büreyde (r.a.), Ebû Mûsâ (r.a.), İbn Mes’ûd (r.a.), Ebû Saîd (r.a.), Câbir (r.a.), Amr b. Hazm (r.a.), el-Berâ (r.a.) ve diğerlerinin rivâyet ettiği hadîsler, Cebrâil’in Hz. Peygamber’e (a.s.) -miraç gecesinin sabahı-beş vakit namazı tek tek kıldırıp tarif ettiğine delildir.[538] Beş vakit namazın isrâgecesinde farz kılınmasıyla daha önceki namazlara dair yükümlülük kalkmıştır.İsrâ mucizesinden önce Hz. Peygamber (a.s.) ve ashabının namaz kıldığı kesindir. Ancak beş vakit namaz farz kılınmadan önce farz namazın bulunup bulunmadığı ihtilaflıdır.[539]
Müslümanlar, İslâm’ın ilk günlerinde sadece kuşluk vaktinde, sonra kuşluk ve ikindi vakitlerinde ikişer rekât namaz kılmaya başlamışlardır.[540] Buna, el-Gâfir (el-Mümin) Sûresi’nin 55. âyeti ile Tâhâ Sûresi’nin 130. âyeti delil gösterilmiştir. Daha sonra el-Müzemmil Sûresi’nin ilk âyetleriyle gece namazı[541] emredilmiştir. Bazı müfessirlere göre gece namazından maksat teheccüt namazıdır.[542] Bir yıl sonra inen el-Müzemmil Sûresi’nin 20. âyeti, gece namazının farz olmasını kaldırarak Müslümanların yükünü hafifletmiştir. Fakat: “Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile olarak namaz kıl”[543] meâlindeki âyet, gece namazının farzlığını Resûlullah’ın (a.s.) şahsına münhasır kılmıştır.[544]
Kasım Şulul, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.) Hayatı, 2014, ss.287-311
[445] İbnü’l-Cevzî, I,349; Zürkânî (1996 n.), II,71.
[446] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,119-120.
[447] İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,249-251.
[448] İsrâ-miraç ile ilgili rivâyetlerin ortak noktası bu mucizenin mutlak manada meydana gelmiş olmasıdır. İsrâ-miracı rivayet eden sahabelerin bir kısmının isim listesi için bkz. eş-Şâmî, III,76; Zürkânî (1996 n.), VIII,27.
[449] Kadı İyâz, s. 133,134; Tecrîd Tercemesi, X,58; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,134.
[450] el-İsrâ 17/1.
[451] eş-Şâmî, III,4.
[ يقال سرَى يَسْرِى سُرًى وأسرى يُسرى إسراء لُغَتان) [ 452 ) İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Eser, “ سرى ” md. Kelimenin dil bilim açısından tahlili için bkz. Şâmî, III,8.
[453] Hûd 11/81; Tâ Hâ 20/77; eş-Şuarâ 26/52; el-Hicr 15/65; ed-Duhân 44/23.
[454] Bazı rivâyetlerde isrâ-miraç vesilesiyle şakk-ı sadr’dan bahsedilir. Kâdı İyâz’a göre, Resûlullah’ın (a.s.) göğsünün yarılması hâdisesi, onun (a.s.) çocukluğunda, peygamberlikten önce olmuştur. Bu olay, güvenilir birçok muhaddisin rivâyet ettiği üzere, isrâ hâdisesinden tamamen ayrı bir olaydır. Bkz. Şifâ-i Şerîf, çev. M. Y. Kandemir, İstanbul 1433/2012; I,376-378; Mekke Dönemi: Peygamberlik Öncesi: 6. Hz. Muhammed’in (a.s.) Sütanneye Verilmesi: Şakk-ı Sadr Mucizesi, başlığına.
[455] İsrâ ve miracın, sadece ruhla mı yoksa ruh ve bedenle mi meydana geldiği konusunda üç görüş bulunmaktadır: 1- Bazıları, peygamberlerin rüyalarının gerçek ve vahiy olduğunu kabul etmekle beraber, miracın sadece ruhla; yani uykuda meydana geldiğini dile getirmişlerdir. 2- Ashap ve tabiinin büyük çoğunluğu, miracın uyanıkken, ruh ve bedenle meydana geldiğini kabul etmiştir. Doğru olan da budur. Bu görüşü benimseyen ashab-ı kiram: Abdullah b. Abbas (r.a.), Cabir b. Abdillah (r.a.), Enes b. Malik (r.a.), Huzeyfe b. Yeman (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Ebû Hüreyre (r.a.), Malik b. Sa’sa’a (r.a.), Ebû Habbe el-Bedrî (r.a.), Abdullah b. Mesud (r.a.). Buhârî, Sahîh’nin isrâ babında ve Sa’îd b. Mansûr Sünen’inde İbn Abbas’ın, ”sana gösterdiğimiz o görüntüleri…. ancak insanlar için bir imtihan kıldık” وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤْيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلَّ فِتْنَةً لِلنَّاسِ) : el-İsrâ, 17/60) âyetinin tefsirinde, “buradaki görme olayı, bizzat gözün görmesidir ki, (sözü edilen görüntüler) Hz. Peygamber’e (a.s.) isrâ gecesinde gösterilmiştir” dediğini rivayet etmişlerdir. Burada Sa’îd b. Mansûr, İbn Abbas’ın “Bu görme olayı, uykuda (rüyada) görme değildir” dediğini rivayet etmiştir. İbn Hacer’e göre, burada görme olayının gözlere izafesi, kalp ile görmenin kastedilmediğini anlatmak içindir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “kalbi gördüklerini yalanlamadı” (en-Necm, 53/11) âyetinde kalbin görmesini, “göz kaymadı ve sınırı da aşmadı” (Necm, 53/17) âyetinde ise gözün görmesini ispat etmiştir (eş-Şâmî, III,67). 3- Bazılarına göre ise miracın Beytülmakdis’e kadar olan kısmının bedenle ve uyanık iken, semalara yükseliş kısmı ruhla yapılmıştır (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, çev. M. Y. Kandemir, İstanbul 1433/2012; I,393 vd.).
[456] Bedreddin Mahmûd b. Ahmed el-Aynî (762-855/1361-1451), ‘Umdetü’l-Kârî Şerh Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut ts., Dâr İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî neşri, XVII,19,20.
[ في أسماء اللّ تعالى ]ذُو المَعارج[ المعارِج: المَصَاعِد والدَّرَجُ واحِدُها: مَعْرَج يُريد مَعارِج الملائكة إلى السَّماء. وقيل المَعَارِج: الفَواضِل العَاليةُ.) [ 457
والعُرُوج: الصُّعود عَرَج يَعْرُجُ عُرُوجا. وقد تكرر في الحديث ومنه المِعْراجُ. وهو بالكسر شِبْه السُّلّم مِفْعَال من العُرُوج: الصُّعود كأنه آلَةٌ
لَهُ ). İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Eser, “ عرج ” md.
[458] en-Necm 53/14.
[459] Kadı İyâz, s. 133,134.
[460] Dünya kendi etrafında, ay ile birlikte güneş etrafında, dünya ve diğer gezegenleriyle birlikte güneş sistemi kendi etrafında, güneş sistemi başka sistemler etrafındaki dönüşleri, güneş sisteminin dâhil olduğu saman yolu galaksisinin muhtelif hareketleri, hepsi Kur’ân-ı Kerîm’in: “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler” ( لا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ ) âyetini (Yâsîn 36/40) tefsir eder.
[461] Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “vücut âlem-i cismanîde münhasır değildir” gerçeği de hatırlanmalıdır.
[462] S. S. Yavuz, “Mi’rac”, DİA, XXX,132-133.
[463] el-Bakara 2/114,149,150,191,194,196,198,217; el-Mâide 5/2,97; el-Enfâl 8/34; et-Tevbe 7,19,28; elİsrâ 17/1; el-Hac 22/25; el-Fetih 48/25,27.
[464] el-Mescidü’l-harâm tabiri, sıfat ve mevsuftan müteşekkildir. İlk kelime secde edilen yer manasına gelen ve bir ism-i mekân olan mescittir. İkinci kelime ise ism-i meful; yani haram kılınmış (muharrem) anlamına gelen haramdır.
[465] Mekke hareminin dışında kalan bölgeye ise Harem’deki yasakların buralardan kalkması sebebiyle “Hil” denilmiştir (S. Öğüt, “Harem”, DİA, XVI,127).
[ والمراد بالمسجد الحرام: الحرم لإحاطته بالمسجد والتباسه به. وعن ابن عباس: الحرم كله مسجد) [ 466 ). Bkz. Zamehşerî ve Fahreddîn er-Râzî, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri; eş-Şâmî, III,64; çalışmamızın: “Mekke” başlığı altında yer alan: “Harita: Mekke Haremi’nin Sınırları”na.
[ وفي حديث المعراج ذكر ]البُراق[ وهي الدَّابة التي ركبها صلى اللّ عليه وسلم ليلة الإسراء. سُمِّي بذلك لِنُصُوع لَوْنه وشِدة بَرِيقه. وقيل) [ 467
لسُرعة حركته شَبهََّهُ فيهما بالبَرق ) İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Eser, “ برق ” md.
[ فَسَارَ بِي حَتَّى أَتَيْتُ بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَرَبَطْتُ الدَّابَّةَ بِالْحَلَقَةِ الَّتِي كَانَ يَرْبِطُ بِهَا الأَنْبِيَاءُ ثُمَّ دَخَلْتُ فَصَلَّيْتُ فِيهِ رَكْعَتَيْنِ) [ 468 ) Ebû Bekr Abdullāh b. Muhammed İbn Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî (159 -235/776-849), Kitâbü’l- Megâzî, thk. Abdülaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad 1420/1999, s. 115,118,119-120; M. Öz – M. Uzun, “Burâk”, DİA, VI,417,418.
[469] Müslim, İmân, 259.
[470] A Küçük, “Beytülma’mûr”, DİA, VI,94.
[471] Münteha kelimesi, mu’tel “ نهى ” fiiline iki harf ziyade edilerek ( انتهى – ينتهى – منتهى ) türetilmiştir. Mezidun fîh olan müntehâ vezni ( 1) :(افتعل-يفتعل-افتعال ) ism-i meful, (2) ism-i mekân veya (3) mastar-ı mimi olarak gelebilir. Müntehâ kelimesi ismi-i mekân olması halinde, sidretü’l-müntehâ izafesi izafe-i beyan olur ve “yükselişin son noktası olan Sidre” ( سدرة هى مكان انتهاء العروج ) anlamına gelir. Münteha kelimesinin ism-i mekân olma ihtimali daha zahir olmakla beraber mastar-ı mimi olma ihtimali de mevcuttur. Eğer münteha kelimesi mastar-ı mimi kabul edilirse sidretü’l-müntehâ izafesi edna mülabese olur ve manası “ سدرة ذات انتهاء ” olur.
[ في حديث الإسراء ]ثم رُفِعْت إلى سِدْرة المُنْتهى[ السِدْر: شجرُ النبِق. وسِدْرَةُ المُنْتهى: شجرة في أقْصَى الجنة إليها يَنْتهي عِلُم الأولّين) [ 472
والآخِرين ولا يتعدَّاها ). İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Eser, “ سدر ” md.; S. Uludağ, “Sidretü’l-müntehâ”, DİA, XXXVII,151.
[473] “O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu” (en-Necm 53/9).
[474] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Eser, “ رفرف ” md. İ. Taşpınar, “Refref”, DİA, XXXIV,534.
[475] en-Necm 53/9.
[476] Nizâmüddîn Hasen b. Muhammed b. Hüseyn el-A‘rec en-Nîsâbûrî (ö. 730/1329 [?]), Ğarâibü’l- Kur’ân Ve Reğâibü’l-Furkân, thk. Zekeriya Umeyrân, Beyrut 1416/1996, I,114. Bu ibare, Fahreddîn er-Râzî ve İsmail Hakkı Bursevî tarafından da hadîs olarak nakledilmiştir.
[477] İmam Malik, el-Muvatta, “Salât”, 53; Buhârî, “Ezân”, 148, 150; Müslim, “Salât”, 55; İbn Mâce, “İkâmetü’s-Salât”, 24; Ebû Dâvûd, “Salât”, 178; Nesâî, “Salât”, 15; el-Evsat Li İbn Münzir, II,5 (eşŞâmile): “ وقد اختلفوا في معنى التحيات ” ile başlayan ibare. Söz konusu ibarelerin manaları için hadîs şerhlerine de bakılmalıdır.
[478] Kurtûbî, el-Câmi’ li Ahâmi’l-Kur’ân, el-Bakara 2/285. âyetin tefsiri; Ebü’l-Leys Nasr b. Muhammed es-Semarkandî (294-373/906-983), Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Kerîm (Bahrü’l-Ulûm, Alâeddin Ali b. Yahyâes-Semerkandî’nindir: v. 860/1456), thk. Ali Muhammed Muavviz ve diğerleri, Beyrut 1413/1993, I,240 (el-Bakara 2/285. âyetin tefsirinde); Fahreddîn er-Râzî el-Fâtiha’nın 7. âyetinin tefsiri; Bediüzzaman, Şular, 6. Şua.
[479] Ebû Davud, es-Sala, teşehhüt babı; Trmîzî, es-Sala, teşehhüt babı.
[480] Ebû Bekr Muhammed b. İbrâhîm İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî (v. 318/930 [?]), el-Evsat fi’s-Sünen ve’l-İcmâ’ ve’l-İhtilâf, IV,494 (eş-Şâmile).
[481] Hz. Âişe’den (r.anha) nakledilen bir hadîs meâlen şöyledir: “Yüce Allah katında divânlar (meleklerin amelleri kaydedip koruduğu defterler) üçtür: Allah’ın (1) önem vermeyeceği divân, (2) hiçbir şeyini ihmal etmeyeceği divân, (3) affetmeyeceği divân. Allah’ın affetmeyeceği divân, Allah’a şirk koşulmasıdır. Yüce Allah: “Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar” (el-Mâide 5/72) buyurmuştur. Yüce Allah’ın önem vermeyeceği divân, kul ile Rabbi arasında olan amellerde kendine zulmetmesidir (yani kul ile Yüce Allah arasında olan amellerde kulun eksikliklerinin bulunmasıdır). Kulun, oruçtan bir gün tutmaması, bir vakit namazı terk etmesi gibi. Yüce Allah dilerse bunları affeder ve muahezeden muaf tutar. Yüce Allah’ın hiçbir şeyini ihmal etmeyeceği divân kulların birbirlerine yaptıkları zulümlerdir. Bunlarda kısas kaçınılmazdır” [Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI,240 (eş-Şâmile); Ebû Abdullah Muhammed b. Abdillah el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîheyn, IV,619 (eş-Şâmile); el-Beyhakî (384-458/994-1066), Şuabu’lİmân,VII,52 (eş-Şâmile)].
[482] el-Bakara 2/285-286.
[483] el-Bakara 2/284.
[484] Buhârî, el-Megâzî, 64/12.
[485] Buhârî, es-Salât 7/1; Bed’il-Halk 59/6; Menâkibi’l-Ensâr 63/41; Tevhid, 98/38; Müslim, Îmân, 259,262-263,279; Fezâil, 164; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, paragraf: 214 ve devamı; S. S. Yavuz,“Mi’rac”, DİA,XXX,132-133.
[486] el-En’am 6/160.
[487] en-Necm 53/10.
[488] el-İsrâ 17/23-39.
[489] el-İsrâ 17/39.
[490] Şâmî, III,6.
[491] el-İsrâ 17/5.
[492] Ö. F. Harman, “Buhtunnasr”, DİA, VI,380-381.
[493] el-Bakara 2/246-251; A. Küçük, “Calût”, DİA, VII,38.
[494] Âl-i İmrân 3/37, 38; el-En‘âm 6/85; Meryem 19/2, 7; el-Enbiyâ 21/89.
[495] el-Enbiyâ 21/90.
[496] Âl-i İmrân 3/39.
[497] Âl-i İmrân 3/37.
[498] Meryem 19/2.
[499] Şâmî, III,4-5; M. K. Yaşaroğlu, “el-İsrâ Sûresi”, DİA, XXIII,177.
[500] İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, VII,200; VIII,392 (eş-Şâmile).
[ فإن قلت الإسراء لا يكون إلا بالليل فما معنى ذكر الليل؟ قلت: أراد بقوله لَيْلاً بلفظ التنكير: تقليل مدّة الإسراء، وأنه أسرى به في بعض) [ 501
الليل من مكة إلى الشأم مسيرة أربعين ليلة ). Zamehşerî, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri.
[ والقرينة في الاية الاسراء العلم لا يسرى به إلى البيت المقدس ولا يدخله وصرحت السنة الصحيحة بما اقتضته القرينة من دخوله صلى) [ 502
الله عليه وسلم بيت المقدس ) eş-Şâmî, III, فَسَارَ بِي حَتَّى أَتَيْتُ بَيْتَ الْمَقْدِسِ فَرَبَطْتُ الدَّابَّةَ بِالْحَلَقَةِ الَّتِي كَانَ يَرْبِطُ بِهَا الأَنْبِيَاءُ) . 1ثُمَّ دَخَلْتُ فَصَلَّيْتُ فِيهِ رَكْعَتَيْنِ ) Ebû Bekr Abdullāh b. Muhammed İbn Ebî Şeybe İbrâhîm el-Absî el-Kûfî (159 -235/776-849), Kitâbü’l-Megâzî, thk. Abdülaziz b. İbrahim el-Ömerî, Riyad 1420/1999, s. 115,118,119-120.
[503] Meryem 19/17. Müfessirlerin çoğunluğuna göre ayetteki ruhtan maksat, Cebrail’dir. Hz. Meryem korkmasın ve sözünü anlasın diye Yüce Allah, Cebrail’i, bir insan kılığında göndermiştir. Bkz. el-Bakara 2/87.
[504] Buhârî, Tefsîr, 17/3; Menâkibü’l-Ensâr, 41; Müslim, İmân, 276,278; Tirmizî, Tefsîr, 17/3; Ahmed b.Hanbel, XXXI,456: hadîs no: 15422 (eş-Şâmile).
[505] Müslim, İmân, 2/77; eş-Şâmî, III,154. “(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfündendir. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir” (en-Neml 17/38-40). Bu âyetler işaret eder ki: Yüce Allah, bir ifrit vasıtasıyla Belkis’in tahtını Yemen’deki Sebe’den Kudüs’e bir lahzada getirttiği gibi, Mekke’deki Hz. Muhammed’e (a.s.) Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı gösterebilir.
[506] Buhârî, “Bed’il-Halk” 6; “Menâkibi’l-Ensâr” 41; eş-Şâmî, III,94; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, paragraf: 214.
[ وسعى رجال إلى أبي بكر رضي الله عنه. فقالوا له: هل لك في صاحبك يزعم أنه أسري به الليلة إلى بيت المقدس. قال: أو قد قال؟ قالوا: نعم.) [ 507
قال: إن كان قال ذلك لقد صدق. قالوا: تصدّقه على ذلك؟ قال: إني لأصدّقه على أبعد من ذلك أصدّقه على خبر السماء في غدوة أو روحة
فسمي الصدّيق ) eş-Şirbînî (v. 977), es-Sirâcü’l-Münîr, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri; eş-Şâmî, III,94.
[ إِلَى الْمَسْجِدِ الَْقْصَى بيت المقدس لأنه لم يكن حينئذ وراءه مسجد) [ 508 ). el-Beyzâvî, İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinin tefsiri.
[509] Kuds: bereket, mübarek olmak.
[ وقوله تعالى: إِلَى الْمَسْجِدِ الَْقْصَى يعني بيت المقدس وهو مسجد سليمان بن داود عليهما السلام وسمي الأقصى) [ 510 ). el-Mâverdî, en-Nüket ve’l-‘Uyûn, II,402 (eş-Şâmile).
[511] Konuyla ilgili rivâyet şöyledir: ( عن عكرمة -وعن يزيد النحويّ، عن عكرمة- والحسن البصري قالا أوَّلُ ما نُسخ من القرآن
القبلةُ. وذلك أنّ النبي صلى الله عليه وسلم كان يستقبل صَخرَة بيت المقدس، وهي قبلة اليهودِ ). Benzer bir rivâyet İbn Abbâs’tan (r.a.) da nakledilmiştir (Taberî, Câmi’ü’l-Beyân, III,138 –eş-Şâmile-; Ebû Ali el-Marzûkî el-İsfahânî, el-Ezmine ve’l-Emkine, s. 263 –eş-Şâmile-; Celâleddîn es-Suyûtî, ed-Durrü’l-Mensûr fî’t-Te’vîl bi’l- Me’sûr, I,279 –eş-Şâmile-).
[512] Bkz. Hicretin 2. yılı olayları: “22. Kıblenin Değiştirilmesi”.
[513] eş-Şâmî, III,17.
[514] er-Rûm 30/3.
[515] M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,93.
[516] Buhârî, “Hac”, 42; Müslim, “Hac”, 398-405.
[517] S. S. Yavuz, “Mi’rac”, DİA, XXX,133.
[518] Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 110.
[519] er-Rûm 30/3.
[520] Bkz. Mekke dönemi: peygamberlik sonrası: “37. er-Rûm Sûresi Ve Bizans-Sâsânî Savaşı” başlığına.
[521] Latince bir kelime olan Aelia (Aelius), Roma İmparatoru Publius Aelius Traianus Hadrianus (117-138) mensubu olduğu klanın ismidir ve “güneş” anlamına gelmektedir. Kudüs, -Yahudiye topraklarında Roma İmparatorluğu‘na karşı yapılmış üçüncü büyük ayaklanma ve Yahudi- Roma savaşlarının sonuncusu olan- Bar-Kohba Ayaklanması (132-136) sonuncusunda yıkılmıştır. Hadrianus, kutsal kentin yıkıntıları üzerinde Yahudilere yasaklanan bir pagan sitesi (Aelia capitolina) kurdu ve ona Aelia ismini verdi. Bkz. Ta’rîf bi’l-A’lâm el-Vârideti fi’l-Bidâyeti ve’n-Nihâyeti li İbn Kesîr, I,90 (eş-Şâmile).
[522] el-İsrâ 17/1.
[523] Yunus 10/93.
[524] el-Mâide 5/21.
[525] Fîrûzâbâdî, s. 728; Ö. F. Harman, “Kudüs”, DİA, XXVI,324.
[526] eş-Şâmî, III,107.
[527] Roma İmparatorları, Hıristiyanlığı kabul veya ret konusunda Kostantin’e (i.y. 306-337) kadar farklı tavır sergiledi. Kostantin’in annesi Helena (250-330) Hıristiyanlığı kabul etti ve Hz. İsa’nın (a.s.) çarmıha gerildiği darağacını (haç/cross) bulmak için Kudüs’e gitti. Rahipler, Hz. İsa’nın (a.s.) çarmıhının üzerinin çöp ve pislik dökülerek kapatıldığı yeri Helena’ya haber verdi. Helena, çarmıhı söylenen yerden çıkarttı ve bulunduğu yere Kamâme Kilisesini inşa etti. Hıristiyanların, iddialarına göre bu kilise Hz. İsa’nın (a.s.) kabrinin üzerine yapılmıştır. Helena, Hz. İsa’nın (a.s.) kabrine yaptıklarının intikamını Yahudilerden almak için Beytülmakdis’in mamur yerlerini yıktırdı ve üzeri kapanıp yeri kayboluncaya kadar çöp ve pislik attırdı.
[530] Ki abdest âyetinde teyemmüm de emredilmiştir.
[ عَنْ أُسَامَةَ بْنِ زَيْدٍ قَالَ حَدّثَنِي أَبِي زَيْدُ بْنُ حَارِثَةَ أَنّ رَسُولَ ا -صَلّى ا عَلَيْهِ وَسَلّمَ- فِي أَوّلِ مَا أُوحِيَ إلَيْهِ أَتَاهُ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السّلَمُ، فَعَلّمَهُ) [ 531
الْوُضُوءَ فَلَمّا فَرَغَ مِنْ الْوُضُوءِ أَخَذَ غَرْفَةً مِنْ مَاءٍ فَنَضَحَ بِهَا فَرْجَهُ وَحَدّثَنَا بِهِ أَيْضًا أَبُو بَكْرٍ مُحَمّدُ بْنُ طَاهِرٍ، عَنْ أَبِي عَلِيّ الْغَسّانِيّ عَنْ أَبِي عُمَرَ
النّمَرِيّ عَنْ أَحَمْدَ بْنِ قَاسِمٍ عَنْ قَاسِمِ بْنِ أَصْبَغَ ، عَنْ الْحَارِثِ بْنِ أَبِي أُسَامَةَ بِالِْسْنَادِ الْمُتَقَدّمِ فَالْوُضُوءُ عَلَى هَذَا الْحَدِيثِ مَكّيّ بِالْفَرْضِ مَدَنِيّ
بِالتّلَوَةِ لَِنّ آيَةَ الْوُضُوءِ مَدَنِيّةٌ وَإِنّمَا قَالَتْ عَائِشَةُ فَأَنْزَلَ ا تَعَالَى آيَةَ التّيَمّمِ وَلَمْ تَقُلْ آيَةَ الْوُضُوءِ وَهِيَ هِيَ لَِنّ الْوُضُوءَ قَدْ كَانَ مَفْرُوضًا قَبْلَ
غَيْرَ أَنّهُ لَمْ يَكُنْ قُرْآنًا يُتْلَى، حَتّى نَزَلَتْ آيَةُ الْمَائِدَةِ ) Süheylî, II,286-287; İbnü’l-Cevzî, I,265-267.
[532] İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, I,232-233.
[533] el-Mâide, 5/6.
[534] Elmalılı, III,170-171; A. Şener, “Abdest”, DİA, I,68-70.
[535] “Bir adam geldi: Ey Allah Resûlü! İslâm’da Allah katında en sevimli şey hangisidir? diye sordu. Resûlullah: Vaktinde kılınan namazdır. Namazı terk edenin dini yoktur. Namaz dinin direğidir, dedi”: [جاء رجل فقال يا رسول الله أي شيء أحب عند الله في الإسلام قال : الصلاة لوقتها و من ترك الصلاة فلا دين له و الصلاة عماد الدين] Bkz. el-Beyhakî, Şuabu’l-İmân, III,39 (eş-Şâmile).
[536] Yüce Allah’ı anmak yalnızca namaz haline münhasır olmamalıdır, Müslüman her halinde Yüce Allah’ı anmalıdır.
[537] Bkz. İbn Abdilber, et-Temhîd, VIII,48; Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekir el-Kurtubî (671/1273), el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed Abdülalîm el-Berdûnî, Kahire 1372, X,210-211; Tecrîd Tercemesi, II,278-279,462; IV,226; X,56-57.
[538] İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,252.
[539] İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, VII,203.
[540] Belâzürî, Ensâb, I,133,301,319.
[541] el-Müzemmil, 73/2,3,4.
[542] Bkz. Elmalılı, VIII,395.
[543] el-İsrâ 17/79.
[544] Süheylî, II,284; İbnü’l-Cevzî, I,266-267; Tecrîd Tercemesi, II,278-279,462; IV,226.