Mekke’nin mütevazı evlerinden biri...
Vakit gece yarısı...
Yere serilmiş bir yatağın üzerinde istirahat eden Allah Resûlü... Kâinatta derin bir sessizlik...
Sahili olmayan çöllerin ortasında sükûnet çadırını kurmuştu. Sihirli bir huzur rüzgârı esiyordu her tarafta. Bir şeyler olacaktı belli. Gece kuşları seslerini kısıp kulak kesildiler. Çölün yabani hayvanları kendilerini büyülü bir aşk denizinin dalgalarına saldılar sessizce. Zemzem Suyu öyle yumuşak bir sesle akmaya başladı ki sırra kadem bastı neredeyse.
Gökyüzündeki rüzgârlar baygın baygın gezerken varlıklarıyla yoklukları bir gibiydi... Islıklarını kesip, kulak verdiler gelen sese. Birazdan meydana gelecek harika olaylara... öyle ya, şahit olacakları olayları onlardan önce hiçbir varlık görmemiş, sonra da görmeyecek. Oracıkta bir kum tanesi olmak varmış veya ağaçların birinde bir yaprak, bir kuş...
Cebrâil’in (aleyhisselâm) kanatları, çölün kumlarına değerken yeryüzünün kalbi titremişti. Biraz sonra insan suretine bürünüp Ümmü Hani’nin evine girdi. Kâinatın Efendisi’nin istirahat buyurduğu odaya. Cebrâil, Nebiler Nebisi’nin baş ucunda durup Allah’ın “Sevgilim” diye hitap ettiği yüce insanın nurdan çehresine baktı baktı. Doyamadı, bir daha baktı. Öylece kaldı.
Ne kadar zaman geçti bilinmez. Gel gör ki Cebrâil, yüce bir görev için inmişti yere. Allah Resûlü’nü uyandırmak için O’na şefkatle dokundu. Peygamberler Efendisi açtı gözlerini. Cebrâil’i görünce tebessüm etti. Onu kim görür de tebessüm etmez ki. Cebrâil (aleyhisselâm), Efendimize:
- Selâm sana ey Yüce Peygamber! Allah, Sana kâinattaki bazı mûcizelerini göstermek istiyor... dedi.