Değerli kardeşimiz,
İnsanı yaratan Allah, onun duygu ve düşüncelerini de yaratmıştır. Onun mahiyetinden ve donanımlarından habersiz olması elbette mümkün olmadığı gibi, Allah’ın sonsuz ilmine iman eden kimsenin böyle bir şeyi düşünmesine de imkân yoktur.
“O yarattığı mahlûkunu hiç bilmez olur mu? (İlmi her şeye nüfuz eden) latîf ve (her şeyden haberi olan) habîr O’dur.”(Mülk, 67/14)
mealindeki ayette bu hakikat dünya-aleme ilan edilmiştir.
İnsanın menfaat ve zararını bilecek bir yaratılışta olması, onun insanca yaşamasının da zorunlu bir şartıdır. Örneğin, eğer insan bu duygulara sahip olmasaydı, vücudu için menfaati olan gıdaları elde etmeye, zararlı olan her türlü yiyecek, içecekten ve ortamdan uzak durmaya çaba göstermesi mümkün olur muydu?
Menfaat duygusu, insana maddî-manevî ihtiyaçlarını karşılaması için yol gösteren bir pusuladır. Ancak, bu pusulayı doğru kullanmak için onu yaratan Allah’ın gönderdiği vahiy ve vahiy ışığından istifade etmiş akıl rehberliğine ihtiyaç vardır. Bu ışıktan nasibi olmayanlar, kör gibi el yordamıyla hareket edecekleri için, yarar-zarar dengesini koruyamazlar. Çoğu zaman bir kuruşluk bir menfaat için bin liralık bir zarara girmekten kaçınmazlar. Bu günkü dünyada, Allah’a ve ahirete inandığı halde dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, adeta kırılacak bir cam parçasını bir elmastan üstün görenlerin -oldukça fazla olan- varlığı, bu dengesizliğin varlığının göstergesidir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, insanda var edilen menfaat duygusunun amacı, dünya ve ahiretin mutluluğunu temin etmektir. Bu açıdan çok güzeldir. Gözün görmesi, kulağın duyması, aklın gerçeği idrak etmesi, kalbin güzel şeyleri sevmesi bu menfaatin teminine yönelik mekanizmalar olduğu gibi, güneş, ay, atmosfer, kara-deniz-hava ve benzeri varlıkların önemli bir görevi de insana menfaat dokundurmaktır.
O hâlde, Allah’ın insanda yarattığı menfaat duygusu ile bizim yerine göre kullandığımız “menfaatperestlik” duygusunu birbirine karıştırmamak gerekir.
Sonuç olarak şunun bilinmesi gerekir ki, cehennem gibi dehşet saçan bir ceza evine girmekten kurtulmak ve cennet gibi ebedi bir saadeti kazanmak gibi bir menfaati, hayatının merkezine almak gibi akıllıca ve insanın onuruna yakışan bir davranış olamaz.
Bununla beraber, bu menfaatin bin kat üstünde bir dereceye sahip olan Allah rızasını kazanmak, onun “Aferin kulum!” iltifatını alabilmektir.
Şu var ki, insanların büyük çoğunluğu yüksek mertebelere çıkamadığı için bizim gibilerin takip edeceği en güzel yol, Allah’ın vadettiği mükâfatını düşünüp ona göre hayatını tanzim etmesidir.
Bu yolu teşvik eden pek çok ayetlerden birinin meali şöyledir:
“Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, (icap ettiği zaman çekinmeden savaşa katılırlar), öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah’ın Tevrat’ta da İncîl’de de Kur’ân’da da üstlendiği gerçek bir vaaddir. Verdiği sözde Allah’tan daha sadık kim olabilir? O hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin ey müminler! Müjdeler olsun size, işte en büyük mutluluk, işte en büyük başarı!”(Tevbe, 9/111).
Ancak bu alışverişin ötesinde daha hasbî bir kulluk derecesi de elbette vardır. İmam Gazzalî’nin bildirdiğine göre, Zebur’da Allah, -bu noktaya dikkat çekmek için-
“Şayet cennet ve cehennemi yaratmasaydım, ben yine de ibadet ve itaat edilmeye layık bir İlah değil miydim?” diye buyurmuştur.(İhya, IV/297-298).
Hz. Aişe’nin, ayakları şişinceye kadar ibadet eden Hz. Peygambere (asm),
"Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı hâlde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?" deyince, Allah’ın Elçisi:
“Ya Aişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?!.” diye cevap vermiştir. (Buhari, Teheccüt, 6; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Müsafirine ve Kasrihim, 18.)
İslam ümmetinde bu vicdanı taşıyan pek çok insan vardır. Bunlar Allah’a kulluğu yalnız cennet sevdası veya cehennem korkusuyla yapmazlar. Kendilerini yoktan var eden, bin-bir nimetlere gark eden yaratıcılarına karşı kulluk yapmayı bir şükran borcu olarak telakki ederler.
Bu mutlu ve üst seviyedeki vicdanları temsil edenlerden biri de asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleridir. Onun bu konudaki şu sözleri meşhurdur.
“...Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”(Tarihçe-i Hayat, s.630).