İman; Peygamberlerin Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettiği kesinlik kazanan esasları tasdik edip kabullenmektir.
İmanda kalben tasdik esastır. Dil ile ikrar ise, kişinin müslüman olduğunu bilmek ve ona göre davranmak açısından gereklidir. Hariciler, şîa ve mütezile alimleri imanın geçerli olması için amel şartını da ileri sürmüşlerdir.
Dinin merkezinde iman vardır. Hayatın bütün yönleri bu merkeze göre değer ve anlam kazanır. İmansızlık anlamsızlıktır.
İslam alimleri arasında amelin imandan bir cüz olup olmadığı tartışma konusu olsa da, dinî hayatın bütünlüğü açısından imanla amel arasında sıkı bir ilişki bulunduğunda ihtilaf yoktur. Zira dinin temel hükümlerine iman edilmesi, hayatın bu hükümlere göre düzenlenmesini gerektirir. İmanın hayata yansıması amelle bilinir. İman; ameli daha verimli ve anlamlı kılar, amel de imanın güçlenmesine vesile olur. Ameli imandan bir cüz saymayan ehl-i sünnet alimlerinin görüşü; amel’in gereksizliği, sadece dil ile ikrarın yeterli olacağı anlamına gelmez. Bu görüş; amel eksikliğinden dolayı kişinin mümin vasfını kaybedeceğini söyleyen hârici ve mûtezilî görüşü reddetmek, kalben inanmaya devam ettikçe bir kimsenin mümin sayılacağını kabul etmek şeklinde yorumlanmalıdır.
İnanarak kelime-i şehadeti söyleyen, yani Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Peygamberliğini ve onun Allah katından getirip tebliğ ettiği sabit olan esasları kabullenip benimseyen kimse mümin sayılır ve ebedi cehennemlik olmaktan kurtulur.
Mesele sadece ebedî cehennemlik olmaktan kurtulmak değil, insanın kendisini vahyin aydınlığında anbean inşa ederek kemâle doğru yol alması, Mevlâ’nın rızasını daha fazla kazanma gayreti içinde ilerlemesi ve “model mü’min, kamil mü’min” kıvamına gelmesidir. Bu ise yakîn derecesinde bir imana sahip olmak ve bu imanı salih amellerle geliştirip korumakla mümkündür. Amelsiz iman meyvesiz ağaç gibidir. Gerçek iman, yararlı ameller şeklinde meyve veren imandır.
“İnandım” demek bir irade beyanıdır. Kişi kelime-i şehadetle İslam hududuna girmiş olur. Nasıl ki vatandaşlık, ülkenin kurallarına uymayı gerektiriyorsa, müslüman olduğunu beyan eden kimse de gücü nispetinde İslamiyet’in kurallarına uymak durumundadır. Bu uyum da uygulama ile kendini gösterir.
Amele yansımayan iman mücerred bir iddiadan ibarettir. Felsefe ile dini biri birinden ayıran en önemli özellik ameldir. Peygamberlerin filozoflardan daha etkili olmalarının sebebi uygulamaya bağlı bir sistem ve hayat tarzı getirmiş olmaları ve bu sistemi bizzat uygulamalarıdır.
Hayat bir bakıma kulluk imtihanıdır. Yaradılışımızdan maksat da budur. Bu imtihan amelle, hem de en güzel amelle gerçekleşir. “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 2)
Birbiriyle sıkı bağlantılarından dolayı Kur’ân-ı Kerimde altmış iki yerde imanla salih amel birlikte zikredilmiştir. Hatta bazı alimler imanı, kalbin ameli saymışlardır.
Genelde iman kalple, İslam ise bedenle ilgili fiilleri ifade eder. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ise ihsan mertebesidir.
İman güçlenip zevk haline gelince ameller de külfet olmaktan çıkar, ülfet ve muhabbet haline dönüşür. Tadına, zevkine erişilmiş bir imanın alameti üçtür. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususu şöyle belirtmiştir: “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa imanın tadını alır. Allah ve Rasûlünün, kendisine başkalarından daha sevimli olması, bir kimseyi sadece Allah için sevmesi, imandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi tehlikeli görmesi.” (Tecrid-i sarih, Hadis no: 9) Allah ve Rasûlünü sevmek de ancak onların rızasına uygun hareket etmekle mümkündür. Sevgide samimi olan, sevilenin isteklerini yerine getirmekte tereddüt etmez. Allah ve Rasûlü de bizden, yapamayacağımız şeyleri istemez, zira onlar bizi bizden daha çok sevmektedirler.
Bizden istenen amel, rastgele bir amel değil salih amel, ahsen ameldir. Yaşamak, hareket etmek demektir. Mühim olan hareketlerin düzgün ve yararlı olmasıdır.
Mevlâ kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarını sayarken “Onlar, boş ve faydasız şeylerden kaçınırlar.” (Müminûn, 3)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur. “Kişinin iyi müslüman oluşunun alameti, faydasız şeyleri terk etmesidir. (Tirmizi, Zühd, 11)
İmtihan için geldiğimiz bu dünyayı yararsız işlerle tüketmek şuurlu bir müminin yapacağı iş değildir. Bir saat gibi kısa olan dünyayı baştan sona taat haline getirmek gerekir. Dünya taat, ahiret ise mükafat yeridir. Bu durum kamil mümin için söz konusudur. Ebedî alemi ciddiye almayanları ise daimi bir nedâmet beklemektedir. Mevlâ’nın verdiği imkan ve fırsatları değerlendirmek, fâniyi bâkiye çevirmek en akıllı iştir. Yararlanılmayan nimetler rahmet olmaktan çıkıp zahmete dönüşecektir. Dünyada ve ahirette hesap kaçınılmazdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Kıyamet günü dört şeyden hesaba çekilmedikçe kul Allah’ın huzurundan ayrılamaz:
– Ömrünü nerede harcadığından,
– Ne amel işlediğinden,
– Malını nereden kazanıp nereye harcadığından,
– Bedenini nerede ve nasıl eskittiğinden.” (Tirmizi, Kıyamet, 1)
Dindarlık bir bakıma Allah ve Rasûlüyle sözleşmedir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle ashab-ı kiramdan bey’at (söz) almıştır. Bir keresinde ashabdan “Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, meşru bir sebep olmaksızın Allah’ın, dokunulmaz kıldığı cana kıymamak, çocukları öldürmemek, şimdi ve ileride iftirada bulunmamak, meşrû olan hususlarda kendisine itaat etmek hususunda söz aldı.” (Buhari, iman 11; Müslim, hudut 41; Tirmizi, hudut 12)
Müslümanların problemleri hep iman zafiyetinden ve amel noksanlığından kaynaklanmıştır. Kâmil imana ve salih amele sahip olan, ilk Müslümanlar asr-ı saadette güçlü düşmanlarını dize getirmişler, kısa bir sürede İslamiyet’in süratle pek çok ülkeye yayılmasını sağlamışlardır.
Hayatı iyi niyet ve gayretle ibadet haline dönüştürmek mümkündür. Müslümanların ortak hedefi hayırda yarışmaktır. Yüce Mevlâ da böyle istiyor; “O halde hayırlı işlerde birbirinizle yarışın” (Bakara, 148) İslam’da helâl yollarla mal kazanıp bunu hak yolda harcama yarışıyla, ilim ve hikmet elde edip bunlarla amel etme yarışı teşvik edilmiş, böyle bir yarış, haset olarak değil gıpta, imrenme şeklinde değerlendirilmiştir.
Bize her konuda örnek olan sevgili Peygamberimizin hayatı baştan sona aksiyondur. Genel olarak geceleri Mevlâ ile gündüzleri kullar ile geçmiş, kıyamet kopuyor olsa eldeki fidanın dikilmesini tavsiye etmiştir. İnsanın yaptığı her iyi iş sadaka hükmündedir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanın her bir eklemi için her Allah’ın günü bir sadaka vermek gerekir:
– İki kişinin arasını bulman bir sadakadır,
– Bir kimseye bineğine binerken yardımcı olman veya yükünü hayvanına yüklemesine yardım etmen bir sadakadır.
– Güzel bir söz söylemek sadakadır.
– Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan atman bir sadakadır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak bir sadakadır.
– Kardeşinin yüzüne tebessüm etmen bir sadakadır.” (Riyazü’s-Salihîn, Hadis no: 19, 124, 250)
Akıllı insan ömür sermayesini boşa harcamaz, gelecek günler ve ebedi hayat için hazırlık yapar, boş hayal ve kuruntularla vakit geçirmez. Efendimiz (s.a.v.) akıllı ile akılsızı şöyle tarif ediyor: “Akıllı; nefsine hakim olan ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Zavallı ise; heveslerine uyup Allah’tan boş şeyler uman kimsedir. (Râmûz, 1/229)
Amele dönüşmeyen, sözden ibaret bir iman gerçek felaha eriştirmez. İmtihan dünyasında imanın amelle ispat edilmesi gerekir. Yüce Mevla şöyle buyuruyor: “İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihandan geçirilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Allah, mutlaka doğru söyleyenleri de bilir, yalan söyleyenleri de bilir.” (Ankebut, 2-3)
“Biz iman edip salih amel işleyenlerin günahlarını örteriz, onları yaptıklarının daha güzeliyle mükafatlandırırız.” (Ankebut, 7)
İnsan ameliyle değer kazanır. Ziya Paşa’nın dediği gibi “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Atalarımızın dediği gibi “lafla peynir gemisi yürümez.” Napolyon da “Boş laf vebadır” demiş. Çalışmayan insan hurdaya çıkmış makina parçası gibidir. “İnsan için kendi emeğinin karşılığından başkası yoktur.” (Necm, 39)
“Deki: Yapacağınızı yapın, amellerinizi Allah da görecek, Rasulü de, mü’minler de. Sonra hepimiz görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. Allah size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Tevbe, 105)
Sözün özü: Hayatın anlamı, kulluğun hedefi; kâmil bir imana sahip olmak ve bu imanı salih amelle ortaya koymak ve Mevlâ’nın rızasını kazanmak... Mevlâ, kazananlardan eylesin. Amin...