‘Nefs’, sözlükte, kendi, öz, can, ruh, benlik, kötü istek, kötülüğe meyil, insanın kötülüğe meyilli tarafı, insandaki maddi, beşeri ve hayvani şeylere meyil [1] olarak tarif edilmektedir.
Nefis veya nefs, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddi ve manevi becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.
İslâm ıstılahında ise, şehvet, her türlü aşırı istek ve kızgınlığın başlangıcı olan içteki, insanın içindeki manevi güce nefs denilmektedir.
Zaman içerisinde birçok anlam kazanan nefs, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü öz, arzu, yücelik, bir şeyin özü anlamlarında da kullanılmıştır.
Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran manevi güce de verilen addır. Bu anlamda nefis, maddi hayatın kaynağı, isteklerin merkezidir.
İnsan, şekil yani cisim ve manevi cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın ruhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefis bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi cahil, cimri, kıskanç, aç gözlü, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur. [2]
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücadele etmede şekilleniyor. İslâm, kişiye bu mücadeleyi öğretmektedir. İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar.
Nefsin bu aşırı ve doyumsuz arzularına, isteklerine ve lezzetlerine uymak, kötü huylardandır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerimelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah (c.c.) yolundan uzaklaştırdığı, O’nu zikirden alıkoyduğu haber verilmiştir. Çünkü nefis, daima Allah (c.c.)’ı inkâr, O’na inat ve isyan etmek ister. Ahlâki hastalıkların çoğu da nefse uymaktan kaynaklanmaktadır. Her işte nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sahibi olmaya yahut da fıska yani haram işlemeye başlar.
Kur’an-ı Kerim’de: “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu (isyanla, günahlarla) örtüp-saran elbette ziyan etmiştir. (yıkıma uğramıştır)” [3] bunun yanında insan nefisini kayırma ve onu koruyup kollama, savunma ve aklama peşinde olmamalıdır. Çünkü olumsuz içerikli nefsin insanı kötülüğe sürüklemesi söz konusudur.
“Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder.” [4]
Başka bir ayeti kerimede Allah Teâlâ ; “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” [5] buyurarak insan nefsinin insanı kötülüğe sürükleyen isteklerde bulunduğunu beyan etmektedir.
“...Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” [6]
Bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: “O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [7]
Peygamber (s.a.v.): “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: hasislik, nefse uymak ve kendini beğenmek.”
“Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyanın arkasından koşmaktır.”
Nefse uymak, Allah (c.c.)’ın emirlerine uymaya engel olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Yine Efendimiz (s.a.v.): “Akıllı olmak, nefse hakim olmak ve öldükten sonra gerekli olanları hazırlamaktır. Akılsız olmak, nefse uyup, Allah’tan afv ve merhamet beklemektir.”
Sebeplere yapışmadan bir şey beklemeye ‘temenni’ denir. Sebebine yapıştıktan sonra, beklemeye ‘recâ’ denir. Temenni insanı tembelliğe götürür. Recâ ise çalışmaya sevk eder. Nefsin sevdiği ve istediği şeylere hevâ denir. Nefis, kötülükleri ve zararlı şeyleri sevecek şekilde yaratılmıştır.
Şair, nefsi çok güzel ifade etmiştir:
Nefsinden sakın daim, ona güvenme asla,
Yetmiş şeytandan daha fazla düşmandır sana.
Nefsin istekleri genelde beşerî ve hayvanî arzulardır. Bu tip arzular ise hep dünyadaki arzulardır. İnsan bu arzular peşinde olduğu müddetçe ahiret ihtiyaçlarını hazırlamakta geri kalır. Çok önemli olan bir husus da şudur ki, nefis, mübahlarla doymaz, mübahları kullanmayı artırdıkça, isteklerini artırır, yine de doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Böylece insan, mübahları aşırı kullanarak ve haramlara dalarak, hep kendisini düşünür ve rezil olur
İslâm dini, insanların dünyada da, ahirette de rahat ve huzur içinde yaşamasını istiyor. Bunun için akla uymayı emrediyor. Nefse uymayı da yasaklıyor. Akıl yaratılmasaydı insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Nefis olmasaydı, yaşaması, üremesi ve medeni hayat sürebilmesi için gerekli olan şeyleri ihmal eder, nefis ile cihad sevabından mahrum kalırdı. Bundan dolayı da meleklerden daha üstün olmak yolu kapanırdı.
Nefis, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de zehirli ilaç gibidir. Doktorun tavsiyesine göre kullanan, bundan yararlanır. Aşırı kullanan ise helak olur. İslâm, nefsin yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, dengede tutulmasını ve ondan yararlanılmasını emretmektedir.
Nefsin İslâm’ın dışına taşmasını önlemek için, onunla iki türlü cihad vardır: Birincisi ona uymamak, onun arzularını yapmamaktır. Buna ‘Riyazet’ denir. Riyazet ise vera’ ve takva ile olur. Nefse karşı cihadın ikincisi ise, onun istemediği şeyleri yapmaktır. Buna ‘Mücahede’ denir. Bütün ibadetler mücahededir. Çünkü nefis bunları istemez. Rahat oturmak veya yatmak varken kalkıp abdest almak, namaz kılmak, Ramazan’da istediği gibi yemek varken Oruç tutmak, Zekât vermek ve Hacca gitmek bütün bunlar nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaştırır. Ruhları kuvvetlendirir. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar.” [8]
İnsanlarda nefis olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hasıl olurdu. Halbuki, insan vücudu birçok şeylere ihtiyaç duyar. Yemek, içmek, uyumak ve dinlenmek gerekir. İbadetler de bedenle yapılmaktadır. Birisinin geceleri uyumayıp, hep namaz kıldığı söylendiğinde Peygamberimiz (s.a.v.): “İbadetlerin kıymetlisi, az olsa da devamlı yapılanlardır.” buyurmuştur.
Kişinin Müslümanlığının işareti, nefsinin isteklerinin Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in koyduğu ölçülere uygun olmasıdır. Nefislerin; iman, ibadet, itaat, dua ve Allah (c.c.) yolunda çalışma ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir.
Yine başka bir hadiste Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: ‘Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünya, mümine hapishane, kâfire cennettir.” [9]
Görüldüğü gibi hadiste dünya, müminler için bir hapishane olarak değerlendirilmiştir. Âlimler, bu hükmün âhirete nispetle verildiğini, yani, mümine Rablerinin âhirette hazırladığı cennete nisbetle, dünya hayatının bir hapishane hükmünde kaldığını belirtirler. Dünyanın kâfir için cennet olması da, yine âhirette karşılaşacağı cehennem azabına nisbetledir. Bazı âlimler, hadise şöyle bir açıklama da getirmişlerdir: ‘Mümin iradesiyle, nefsini dünyevî lezzetlerden uzak tutmuş, böylece sanki kendini bir nevi hapse tâbi kılmıştır. Kâfir ise, nefsini şehevâta salmış, böylece dünya ona cennet gibi olmuştur.’ Sühreverdî der ki: ‘Hapishane ve ondan çıkış, müminin kalbinde saatler ve vakitlerin geçmesiyle birbirlerini kovalayıp dururlar. Zira nefiste nefsanî bir sıfat zuhur edince, kalbe zamanı karartır ve onu darlık ve sıkıntıya atar. Nitekim hapishane, darlık ve dışarı çıkmaya engel olmaktan ibaret değil midir? Kalb, her ne zaman uhrevî zevkleri arzulayıp fezayı melekûtta tenezzüh ve ezelî cemalin müşahedesi kaygısıyla dünyevî heveslerin kötülüklerinden uzaklaşmak ve acil şehvetlerin kayıtlarından kurtulmak istese, şeytan ona bu kapıyı kapar. Nefs-i emmâre ipiyle sarkarak önüne çıkar, berrak hayatını bulandırır, kişi ile tabiatının sevdiği muallâ zevkler arasına bir engel gibi girer. İşte bu hal, hapishanelerin en muhkem ve en dar olanıdır. Zira kim kişi ile onun sevgilisi arasına girer ise, ona arzı, bütün genişliğine rağmen daraltır. Bundan da kişinin nefsi daralır.’
Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (r.a.) anlatıyor: ‘Resûlullah (s.a.v.) şu duayı okurlardı: “Allah'ım, huşû duymaz bir kalpten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım.” [10]
Doymayan nefis: Allah (c.c.)'ın kendisine verdikleriyle yetinmeyen, nasibine düşen rızka kanaat etmeyen, mal toplamaktan usanmayan, hırsına zebûn olmuş kimse demektir. Çok yemekle doymayan da denmiştir. İbnu Melek mevki ve makama doymayanı da buraya dâhil etmiştir. Kısacası nefsin maddî ve dünyevî heveslerinin peşinde koşan, durak bilmeyen nefisler bu gruba girer.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır: “Kişinin fitnesi, ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi, oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker (yani iyiliği emir, kötülükten men etmek) yollarıyla örter (telafi eder).”
Burada fitne olarak tavsif edilen mal, nefis, evlat gibi şeyler diğer hadislerde düşman ve hatta en büyük düşman olarak tavsif edilir: “Öldürdüğün takdirde, senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde (şehadetine sebep olarak) cennete gönderen düşman değildir. Hakiki ve en büyük düşmanın kendi sulbünden gelen evladın, sonra tasarrufun altında bulunan malındır.”
Şu hadiste ise bu sayılanlar arasında birinci planda nefsin yer aldığı, kişinin afakî, dış hadisatta boğularak kendini unutmaması, ruhunu güzel ahlâk, iyi niyet, hayırhahlık gibi faziletlerle tezyin edip, kötü huylarını baskı ve kontrol altına alması için mücadeleye çağırır: “Senin en büyük düşmanın, içindeki nefsindir.”
Allah (c.c.)'ın verdiği her çeşit nimet (sağlık, mal, mülk, evlat...) müminin vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar gerçek manada nimet olur. Aksi takdirde, düşmandır. İnananların bu mühim hakikatten gafil olmamaları için, Kur'an ve hadiste çok çarpıcı ifadelerle dikkatler çekilir. Mesela bir ayette: “Ey iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da var. O halde onlardan sakının.” [11] denmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadisinde; "Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir.” [12] buyurmaktadır. Resûlullah (s.a.v.) , bu ifadeleriyle kıymeti son derece yüceltilen ‘cihad’ı, düşmanla savaş olmadığı için yapamayanlara, daha verimli bir ufuk açmaktadır: Nefsiyle, yani kötülükleri emreden nefsi ile (ayet-i kerimenin ifadesiyle ennefsü'l-emmâre bissû) mücadele. Bu cihad aslında, düşmanla yapılan cihaddan daha zordur. Kişi, nefsinin, kötülüğe, tembelliğe, hevesâta olan meyillerini kırarak, hakka, ubudiyete, insanoğlunda mevcut hayırlı kabiliyetlerin inkişafına sevkedebilse imanın gerçek büyüklüğü ortaya çıkar. Bunu yapabilen insanlar nadirdir. Resûlullah bu hakikate binaen nefis kavgası verene "gerçek mücahid" demiştir.
Nefisle yapılan mücadelenin de Allah katında makbul olması için, bunun da ‘Allah için’ yapılması icap etmektedir. Hadisin bir rivayetinde “Hakiki mücahid, Allah (rızası) için nefsiyle cihad edendir.” buyrulmuştur.
Şeddad İbnu Evs (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevasının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir.” [13]
Akıllı diye tercüme edilen keyyis, ‘işlerini iyi çeviren’, ‘işlerini rıfkla, tatlılıkla yürüten’, ‘hayra ulaşmakta en iyi kararı veren’ gibi manalara da gelmektedir. Şu halde nefis muhasebesi bu vasıflara uyan bir davranış olmaktadır. İbnu Arabî der ki: ‘Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhasebeden geçirirlerdi.
Deftere bakıp kendilerinden sadır olan söz ve fiil hepsini gözden geçirirlerdi. Bunlardan tevbe gerekenler için tevbe, istiğfar gerekenler için de istiğfar, şükür gerekenler için de şükrederlerdi. Onlar bu muhasebeyi yaptıktan sonra uyurlardı.’
Ebû Ya’lâ Şeddâd İbni Evs (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli gören) dır.” [14]
Aciz kimsenin Allah (c.c.)'tan temennisi bazı kuruntulardır. Yani, nefsine uyup, günahlarda ısrar ettiği, tevbe edip dönüş yapmadığı halde, Allah (c.c.)'ın kendisini affedeceği, cennetine koyacağı hususundaki temenni ve ümiddir.[15]
Bu hadîs-i şerîfe göre akıllı kişi böyle tarif edilirken bu günün insanı akıllı diye kulluktan uzaklaşıp dünyaya ve dünyalıklara saplanıp kalan kişileri tanıyor.
Nefse Uymak Hastalığından Kurtuluş Yolu
Dünyayı ve ahireti değerlendirirken değer ölçümüz, vahiy ve inandığımız peygamber olmalıdır. Değilse şeytan, nefis, diğer insanlar, materyalizm, kapitalizm değer ölçümüz olursa Allah (c.c.) korusun doğru yoldan ve İslâm’dan sapabiliriz. Bu dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekersek orada onu biçeceğiz. Bir Müslüman öncelikle Kur’an-ı Kerimi sonra Siyer, İslâm Tarihi ve Hayatü’s Sahâbe gibi kitaplardan Peygamber (s.a.v) ve O’nun asrında yaşayan örnek şahsiyetlerin ahiretle alakalı çaba ve gayretlerini okuyup onlara benzemeye çalışmalıdır ki; gerçek akıllı insan olabilsin, âciz ve zayıf kimselerden olmasın.
Âciz ve zayıf yani nefsine uyup ahiretteki cenneti kaybedenlerden olmamak için Nisâ: 4/120; Hıcr: 15/49, 50; Fussılet: 41/23; İnfitâr: 82/6-8 ayetlerini okuyup, anlayıp, uygulamak gerekir. Herhangi bir çabada bulunmaksızın kuru ümit ve hayallerle Allah (c.c.)’tan bir şeyler beklemek çok anlamsız ve uygun olmayan bir davranıştır. [16]
[1] Büyük Türkçe Sözlük, Mehmet Doğan.
[2] İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece.
[3] Şems sûresi, 91/9-10.
[4] Yusuf sûresi, 12/53.
[5] Kâf sûresi, 50/16.
[6] Haşr sûresi, 59/9.
[7] Teğabun sûresi, 64/16.
[8] Rezin ilâvesidir.
[9] Müslim, Zühd, 1, (2956); Tirmizî, Zühd, 16, (2325).
[10] Tirmizî, Da'avât 69, (3478); Nesâî, İstiâze 2, (8, 255). İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi.
[11] Tegâbün sûresi, 64/14.
[12] Fedâilu'l-Cihad 2, (1621).
[13] Tirmizî, Kıyamet, 26, (2461).
[14] Tirmizî, Kıyâmet 25; İbni Mace, Zühd, 31.
[15] Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan.
[16] Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi, Abdullah Parlıyan, 32.