paylaş
FaceBook

http://islamisigi.de/images/onmenuresimleri/54-farz.png

GENÇLİĞE SAHİP ÇIKMAK

AYET : TAHRİM SURESİ – 6. AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌلَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ:

 MEALİ :

     “Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı, insanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.” (TAHRİM SURESİ – 6. AYET)

     Kudretiyle can yaratan, göze görmeyi, kulağa duymayı, dile söz söylemeyi lütfeden Allah’ımızın sayısız nimetleri vardır. O’nun nimetlerini sayacak olsak sayılar kâfi gelmez. Hangi nimetinden söz edelim ki, hepsi bizim için bir hayattır. Allah’ın bize bahşettiği nimetlerden biri de çocuktur. Belki o küçüktür ama nimet olarak hayatımızın bir parçasıdır ve bizden sonra yuvamızı şenlendirecek can bülbülüdür. Çocuk dünya hayatının süsü, aile bahçesinin gülü, milletlerin en büyük ümit ve istikbal kaynağıdır. Aile ocaklarının musikisi çocukların cıvıl cıvıl çağlayan sesidir. Peygamberimiz (SAV)’in beyanına göre: “Çocuklar, Cennet çiçekleri, kalp meyveleri, İlahi ihsan ve rızıklardır.” Bir adam, ne kadar isterse istesin, Allah vermedikçe çocuk sahibi olamaz. Veren de O, alan da O… Aile teşkilatından maksat, nesli korumak ve zürriyeti çoğaltmaktır. Âdem’in nesil dizisi bu şekilde devam edecektir.

     Kafası olup ta aklı olmayan bazı kimseler, aile hayatına, nikâha, İslami bir yuvaya karşı çıksalar da, hakikat hiçbir zaman değişmez. Kediler gibi sokaklarda buluşup sokakta ayrılanların hayattan bir bekledikleri olamaz. Onların ölüm zelzelesi ile yıkılacak hayatları, dünyadaki perişanlıktan daha da beter olacaktır.

     Kıymetli cevherlerin düşmanı çok olduğu gibi, çocukların ve taze nesillerin de manevi düşmanları vardır. Eğer aile ocaklarında gereken titizlik ve itina gösterilmez, çocuklar iman ve ahlak ile bir asker gibi teçhiz edilmezlerse, manevi düşmanın zehirli silahlarıyla elden çıkacaktır. Çocuklarını, gençlerini ve nesillerini iyi yetiştirip, onlara İslami ve insani terbiye veremeyen milletlerin istikbali karanlıktır. Düşmanın ve şeytanın insafına terk edilen nesil, ilk önce kendi milletine düşman edilecektir. Bunun pek acı misalini geçmişte gözlerimizle gördük ve ıstırabını yaşadık. Beşikteki masum yavruları kurşunlayan bu caniler elbette gökten inmediler. İmansız kalbin yönettiği kafadan çıkan fikirlerle zehirlenen bu bedbaht gençler, bizim ihmalimizin acı meyveleridir. Kimdir onları bu Cehennemi çukurlara sürükleyenler? Kimdir onlara bu korkunç inkârı aşılayanlar? Kendimize ve neslimize yazık ettik. Eğer aklımızı başımıza almazsak, bundan sonra gelenlere de yazık edeceğiz. Bunların sadece dünyaları yıkılmakla kalmayacak, ahiretleri de felaketler saçacaktır. Ahiretin şiddeti ve azabı, Cehennemin dehşeti devamı hiçbir ölçüyle kıyas edilemez. Rabbimiz ferman buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَاراً وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌلَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ:

    “Ey iman edenler! Gerek kendinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır. (O ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır ki onlar Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Neye memur edilirlerse yaparlar.”  (TAHRİM SURESİ – 6. AYET)

     Daha açık bir ifadeyle buyruluyor ki: Ey Allah’ı ve O’nun Peygamberini tasdik etmiş bulunan müminler! Nefislerinizi ve ailelerinizi bir ateşten, bir nar-ı Cehennem’den koruyunuz ki, kötülükleri terk ederek ve ibadetleri ifa ederek, kendinizi vikayeye çalışınız ki, O’nun o dehşetli ateşin yakacağı insanlar ve taşlardır. O Cehennem ateşinde, o azap diyarında kâfirler, asiler ve bir takım taşlardan yapılmış putlar yanıp yakılacaktır. O ateşin şiddetini arttırmak için kibrit gibi en hararetli şeyler o Cehenneme, o ateş yurduna atılmış bulunacaktır. Üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır ki onlar ZEBANİ denilen meleklerdir. Cehenneme ait işlere bakarlar. Cehenneme düşenlere azap etmekle memurdurlar. Onlar, o kuvvetli, o şiddetli melekler, Allah’ın kendilerine emrettiği şeyde asla Allah’a asi olmazlar, vazifelerinde zerrece kusur etmezler ve emrolundukları şeyi derhal yapıverirler. Onu sonraya, bir başka zamana tehir etmezler.

     İnsan taş yanar mı dememeli… Dünyada bile taşlar yakılarak kireç elde edilmiyor mu? Allah dileyince taş ta yanar, su da yanar, demir de yanar.

     Önümüzde büyük tehlikeler vardır. Kendi nefsimizi ve ehlimizi öyle bir ateşten korumalıyız ki, onun yakacağı insan ve taştır. İlk önce, hem de her şeyden önce neslimize Rabbimizi sevdirip tanıtmak gerekir. Nesiller, kendisini yaratan Rabbini bilmez, Rabbini sevmezse kimi sevecektir? Gönülleri marifet nuru ile aydınlanmazsa, neyle karanlıktan kurtulacaktır? Nesiller, Peygamberini tanıyıp sevmezse, kimi tanıyıp sevecek ve kimin izinde yürüyecektir? Bu âlemde kimi kendisine rehber edinecektir? Peygamber (SAV)’den başka kim var ki onu ebedi Cennetlere, didar neşelerine ulaştırabilsin?

     Nesiller Kur’an-ı Kerim’i okuyup öğrenemezse, Kur’an’ın ilim, hikmet ve irfan nurundan gıda alamazsa, hangi kitaptan manevi gıdasını alacak, ruhunu doyuracaktır? Âlemde hangi kitap vardır ki, Kur’an’ın nuruna ve irfanına denk olabilsin? Nesiller, dinini ve dini hükümleri, helali, haramı zamanında öğrenemezse, kendisini günahlarında zehirli dişlerinden nasıl koruyacaktır?

     Nesiller, ecdadını, şanlı tarihini dedelerinin iftihar ve kahramanlık dolu güzel ve sade hayatını bilmez ve tanımazsa; sabah-akşam kovboyların soygunlarını, içki âlemlerini, rezaletlerini göre göre kalbi kararıp bedbahtlığın seline kapılmayacak mıdır? Nesiller, o taze fidanlar, sokaklarda burnunu sürte sürte hangi idealin sahibi olacaktır? İçkini, esrarın, fuhşun ve bilmem daha nice belanın pençesinden nasıl kurtulacaktır?

     Nesiller, ömür nefeslerinin incilerini havai fişekler gibi top peşinde ve maç seyrinde tüketirse, ömür sermayesinden geriye ne kalacaktır? Ve o nesiller, televizyonun ve ahlaksız filmlerin tiryakisi haline getirilirse, ilme, fenne, sanata ne zaman sıra gelecektir? İçlerinden hasret duydukları saadete nasıl ulaşacaklarıdır?

     İşte bütün bunları düşünüp ona göre çareler aramak ana-babaların ve eğitimcilerin en büyük vazifeleridir. Nebat yetiştirir gibi, çocuğun sadece yeme-içme, giyme ve yatıp kalkmasına özen gösteren; fakat kâmil bir imana, güzel bir ahlaka, iyi bir edebe, sağlam bir karaktere sahip olması için ufak bir emek bile sarf etmeyen ana-babalar yarınlarından nasıl emin olabilirler? Zira bugünün çocukları yarının büyükleri olacaklardır: Nasıl ki bizden öncekiler yerlerini terk edip beka âlemine gittilerse, bizler de öylece ölüm ırmağında akıp gideceğiz. Bizim yerimizi arkamızda bıraktığımız nesiller alacaktır.

     Ölüm bir ırmaktır, gireni çok fakat çıkanı yoktur. Babalar gider, onların yerini evlatları şenlendirir. Zaman gelir evlatlar baba olur, bu defa onlar gider, yerlerine bir başkası gelir. İçinde Kur’an nağmelerinin çağladığı, tevhid seslerinin yükseldiği, Allah isminin anıldığı bu yuvalara, günahkâr ve imansız nesiller sahip olursa, o yuvaları bırakıp gidenlerin kemikleri sızlamaz mı?

     O halde derin derin düşünelim… Nasıl bir nesil yetiştiriyoruz? Şehit kanlarıyla yoğrulan bu mübarek topraklarda günahkâr ayakların gezmesi, içkilerin zinaların, faizlerin, haramların tufanlaşması en büyük felaket değil midir? İçimizdeki yangını nasıl ifade edelim ki?

     Sular beyhude akar, oluklar başıboş,

     Kim sahip çıkacak ki, çocukların başıboş?

     Mukaddes dinimiz gençliğin ve çocukların yetişmesine büyük önem vermiştir. Gençlerin hem bedence, hem ruhça, hem gönülce en güzel şekilde yetiştirilmesini, onlarda din, iman, Allah, Peygamber, vatan ve millet sevgisinin geliştirilmesini şiddetle emretmiştir. İnsan nadide bir cevheri, bir inciyi, bir altını nasıl sokağa atamazsa, milletlerin en büyük saadet ve istikbal sermayesi olan gençleri de sokakların kirli ve bulanık sularına bırakmamalıdır. Çünkü caddeler çıkmaz sokaktır. Bugün o sokaklar avarelerin cirit attığı, şeytanları zıpladığı, ahlak yıkıcılarının kümelendiği, esrarkeşlerin mekân tuttuğu yerler haline gelmiştir.

     Çocuklar ve gençler için hem evimizin içinde hem de dışında tehlikeler vardır. Evin içindeki tehlike televizyonun iman ve ahlak tahribi… Evin dışındaki tehlike ise saydığımız felaketlerdir. Çocuk sadece bir aileyi değil, bir milleti ve hatta topyekûn insanlığı ilgilendirir. İnsanlığın parlak bir istikbal beklemesi ancak imanlı, ahlaklı, yüksek seciyeli, ilim, sanat, fen ve irfan ehli ve dürüst nesiller yetiştirmesine bağlıdır.

     Peygamberimiz (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Her doğan çocuk muhakkak ki İslam fıtratı üzere doğar, sonra ana ile babası onu, Yahudi veya Hıristiyan veya Mecusi yaparlar.”

     Öyle ya, tertemiz ve masum olarak cihan bahçesine gelen çocuk, anne-babasının elinde şekillenmekte, ya bir iman fidanı veya bir zakkum ağacı haline gelmektedir. Çocuğun kulağına tekbirler, tevhidler, ilahiler söyleyerek ninni söyleyen anneler nerede? Pop müziklerle, keçileri bile ürkütecek acayip seslerle gün boyu şarkılar mırıldananlar nerede? Evet, bilenle bilmeyen bir olur mu?

     Şimdi bilmeyenlerin dünyasında yaşıyoruz: o kadar ki, bilmediğini bilmemek marifet sayılıyor. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Hiçbir baba evladına güzel terbiye ve güzel ahlaktan daha değerli bir hediye veremez.”

     O Peygamber (SAV)  ki, her şeyde ve her işte biricik önder, biricik örnek, eşi ve benzeri bulunmaz bir numunedir. O, çocuklara daima derin bir sevgi gösterir, onları öper, okşar, mübarek parmaklarını saçlarının arasında gezdirirdi. O’nun merhamet hazinesi gönlü çocuklar için daha bir başka coşardı. Hatta namaz kılarken mini mini torunları gelir, secde halindeyken mübarek omuzlarına binerlerdi. Peygamberimiz (SAV) bundan büyük bir zevk duyarlar, çok kere de onları omuzlarına alıp gezdirirlerdi.

     Yine bir gündü. Hz Hasan (RA)’ı kucaklarına almışlar, sevmişler ve yanaklarında öpmüşlerdi. Bu hali Temim kabilesinden gelen bir adam gördü ve dedi ki: Ey Allah’ın Rasülü! Benim on tane oğlum var, şimdiye kadar hiç birini öpmedim. Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurdular:“Allah, senin kalbinden merhameti çıkarınca ben sana ne yapabilirim?”

     Hz Ali (RA), Peygamber (SAV)’in nezdinde büyüdü ve O’nun şefkat nazarları altında aslanlık tahtına kuruldu. Peygamber (SAV)’in vahye mazhar olduğu ilk demler… Henüz İslam açığa çıkmış değil… Yedi-sekiz yaşlarındaki küçük Ali bir gün Peygamber (SAV)’i ve Hz Hatice (RA)’ı namaz kılarken gördü. Şimdiye kadar böyle bir şey hayal bile etmemişti. Namaz bitince sordu: “Ey benim sevdiklerim, ne yapıyorsunuz? Bu yaptığınız nedir?” Peygamberimiz (SAV), tebessüm ederek buyurdular ki: “Ya Ali, bu gördüğün, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ibadetin gerçek şekli olan namazdır. Allah indinde makbul olan ibadet şekli budur. Seni, ortağı ve benzeri olamayan Allah’a ibadete ve putları inkâra davet ederim. Ya Ali, Müslüman ol!” Ali böyle bir şeyi ilk defa duyuyor, ilk defa görüyordu. Yüreğine sanki sıcak sular akıtılmıştı. Küçük dudakları bir yay gibi gerildi de dedi ki: “Ben bugüne kadar böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm. Ne diyebilirim? Babam Ebu Talib’e işi açmadan ve kendisinden öğüt almadan size cevap veremem.” Peygamber (SAV), İlahi memuriyetini henüz gizli tutuyordu. Amcalarının dahi bu işin sırrına vakıf olmalarını istemiyorlardı: “Sen bilirsin ya Ali, fakat İslam’a gelmesen bile burada gördüklerini kimseye söyleme; çünkü hiç kimsenin şimdilik bir şey bilmesini istemiyorum.”  buyurdular.

     Dikkat edilecek şey şudur ki; Peygamberimiz (SAV), küçük Ali’yi zorlamıyorlar. İlla bizimle namaz kıl demiyorlar ve güzellikle kendi haline bırakıyorlar. Henüz yaşı küçük olan büyük Ali düşüncelere dalıyor ve sabah olur olmaz kendisini Peygamberimiz (SAV)’in huzuruna atıyor ve şöyle diyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Kabul edersen dünkü davetine baş eğmek istiyorum. Bana İslam’ı arz et.” Nihayetsiz olan mülkün Seyyid’i Peygamberimiz (SAV) sordular: “Ya Ali! Babana danıştın mı?” Küçük Ali’nin gözlerinin içi gülüyor ve hemen şu cevabı veriyor: “Allah beni yaratırken babam Ebu Talib’e mi sordu ki, ben Allah’a iman edeceğim zaman ona sorayım.” Ve gün kadar aydın diliyle oracıkta kelime-i şehadeti tek tek heceledi: “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasülühü.”

     Böylece küçük Ali, Allah’ın Aslanı olmaya ilk adımını atmış oluyordu.

     Çocuktan, çocuk ruhundan anlamak büyük sanattır. Ona gönül okşayıcı sözlerle hitap etmek gerekir. Kırıcı, sert, öfkeli sözler ve gereksiz çıkışlar ters tepki yapar ve çocukla baba arasında derin uçurumlar meydana getirir. Açık bir hakikattir ki çocuklar, kalp meyveleri ve gönül incileridir. Hangi inci vardır ki, onların gülüşündeki zevk ve safa ışıklarını aksettirebilsin…

     Yine ifade edelim ki, evlerimizin saadet semalarını çocuğun yüzü gibi aydınlatacak bir sima, gök kubbe altında bulunmaz. Çünkü çocuk istikbalimizin güneşidir. Dünyamızın mamurluğu, Ahiretimizin saadeti de hatırlı nesillerledir. Zürriyetlerimiz, yalnız dünya hikâyesinden, fanilik sermayesinden ibaret değildir. Dünyada hiç kimse ebedi olarak kalamaz. Dünyadan ahiret yurduna göçerken, dünyayı kimlerin eline bıraktığımıza bakmalıyız. Arkasında hayırlı bir nesil bırakamadan giden adamın kandili ebedi olarak sönmüştür.

     ŞEYH SADİ, şu incileri saçar ve der ki:

     “Çocuğun yaşı onu geçince ona söyle. Namahrem kadınların yanında oturmasın. Pamuğun yanında ateş yakmak caiz olmaz. Kıvılcım sıçrar, pamuk yandığı gibi ev de yanar.

     Adının yerinde kalmasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, marifet öğret. Onu akıllı fikirli yetiştir. Eğer çocuğuna edep, terbiye, hüner, marifet öğretmezsen, sen ölürsün; yerinde kimse kalmamış olur. Baba çocuğunu nazik beslerse, o çocuk çok zaman şiddet, mihnet ve acı çeker. Önünde bir baba yok ki, elinden tutsun da işinin yoluna koysun.

     Çocuğunu akıllı, hüsn-ü hal sahibi olarak yetiştir. Eğer çocuğunu çok seviyorsan, onu nazlı yetiştirme. Âlemde her zaman naz uykusu bulunmaz. Çocuğun daha küçükken onu okut. Ara-sıra azarla. İyi şeyler için mükâfat, kötü şeyler için korku ver. Karun kadar zengin olsa bile evladına, sanat, ilim, hüner öğret. Çünkü bilirsin ki, zamanın dönüşü onu diyar diyar gezdirir.

     Ey zengin kimse! Elindeki servete güvenme. Olur ki o servet elde kalmaz. Eğer çocuk bir sanat edinmişse, kimseye ihtiyaç elini uzatmaz, avuç açmaz. Keseler ve kasalar dolusu altın, gümüş olsa biter, tükenir; fakat sanatkârların kesesi hiç boş kalmaz.

     Çocuğuna şunu da söyle ki; üstadın cevrini çekmeyen çocuk, zamaneden çok cefa görür. Çocuğunu iyi tut. Onu rahat ettir, sefil bırakma ki, başkalarının ellerine göz dikmesin. Bir baba çocuğunun her halini düşünmezse, o çocuğu başkaları düşünür, baştan çıkarır.

     Daha yüzünde tüy bitmeden yüzü kararan ahlaksızdan daha bedbaht kimse yoktur. Namertliği, erkekliğin şerefini kaçıran o gayretsizden kaçmak lazımdır. Kalenderler arasında oturan bir çocuğun babası, artık onun elini yumalıdır. O ölse de acıma, abasının yerini tutmayacak çocuk, babasının önünde ölmelidir.”

     Bunlar ne güzel öğütlerdir, ibret alanlara ne mutlu…

     Bilelim ki, her şeyimizden imtihan olacağız. Çocuklar da bizim için bir imtihan vesilesidir. Onlara isim vermekten tutun da evlendirip eş bulmaya kadar bütün zamanlarında onlarla olmak gerek. Dünyaya bir selvi gibi gelen o masumlara güzel isimler verilmelidir. Kötü isimler, ileride hayati musibetler getirebilir. Modaya uyarak ateş, volkan, şimşek, bulut gibi isimler çocuğa layık değildir. Allah’ın ve Peygamber (SAV)’in sevdiği isimler seçilmelidir. Peygamberimiz (SAV), kötü isimleri güzel isimlerle değiştirirlerdi.

     Nesillerin terbiyesiyle meşgul olmak, sadaka vermekten daha hayırlıdır. Çocuklara harcanan emekler boşa gitmez. Onları geçindirmek, terbiye etmek hususunda çekilen mihnet ve çileler, ibadetlerle affolunmayacak ağır günahları bile eritir, yok eder. Çocukların rızkı için dökülen alın terleri inci tanelerinden bile daha kıymetlidir. Kalkıp ağacı ve gönül meyvesi olan yavruların sahipsiz bırakılması, sokakların insafına terk edilmesi, cemiyetin çöküşü demektir. Bütün kötülükler ve kötü arkadaşlar orada boy vermektedirler. Yılanla gezenin bir yılan olacağı unutulmamalıdır. Allah, Kur’an’da buyuruyor ki:

وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ:

     “Hiç şüphesiz mallarınız ve evlatlarınız, sizin için bir fitnedir, bir imtihandır. Büyük ecir ise, Allah katındadır.”   (ENFAL SURESİ – 28. AYET)

     Bu çetin ve büyük imtihanı yüz akı ile verebilmek için gayret kanadımızı açmamız gerekir. Ömrün bittiği, servetin tükendiği, saltanatların yıkıldığı şu dünyada en büyük nimet, arkamızda imanlı, ihlâslı ve hayırlı bir nesil bırakmaktır.

     Biz gözümüzü açmaz, nesillerimize acımazsak, düşman bize hiç acımaz. Biz, o sümbüller gibi taze yavrularımıza merhamet göstermezsek, düşman bize hiç merhamet etmez. Nitekim düşmanın kazdığı çukurlar bir kısım gençlerimizi yutuvermiştir. Su uyur, düşman uyumaz denilmiştir. Bu aziz topraklarda imanlı bir neslin boy vermesini o kara düşman istemez. Her türlü kılığa girer ve senin evladını senden koparır.

     Ey topraktan yaratılan insan! Sen yine toprağa döneceksin. Senin ebedi yaşaman hayırlı nesillerle mümkündür. Eğer arkanda ezansız bir ülke, mabetsiz bir şehir, imansız bir nesil bırakmak istemiyorsan, gözünü bugün aç. Çünkü ölü adamın kimseye faydası olmaz.

     Hz Mevlana buyuruyor ki: “Akıllılar, önceden ağlarlar; bilgisizlerse işin sonunda başlarını vururlar. İşin başlangıcında sonunu gör de ceza gününde pişman olma.” O zamanki pişmanlık işe yaramaz. Hem kendini hem de evladını yakmış olursun.”

     Sokaklarda nice anneler görürüz. Kendisi saçının bir telini bile göstermekten hayâ eder, utanır. Çünkü hayâ imandan bir şubedir. Fakat o gafil annenin yanında yanında taşıdığı kızına nazar edince dünyamız yıkılır. O zavallı sanki Fransız kızı gibidir. Böyle bir annenin böyle bir kızı olsun. Hayret etmez misiniz? Asıl hayret edilecek işler ileridedir. Allah, o anneye soracak: “Ey aciz kul! Sen kendi namusundan fedakârlık yapamazken, evladının namus ve şerefinden nasıl fedakârlık yaptın? Kendin giyindiğin gibi onu da niye giyindirmedin?”

     Atalarımız “Ağaç yaşken eğilir” demişlerdir. Eğer küçük yaşta o masum yavrular tesettüre alıştırılsa, büyüdüklerinde imkânı yok ki açılabilsin. Aydınlık kapılar sevgiyle açılır. Çocuklara merhametle, şefkatle ve sevgiyle yaklaşalım. Vurarak, kırarak, bağırarak bir yere varılamaz.

     Bir kere daha ifade edelim: Ey gam bucağında oturanlar! Gönüllerden gamı süpürünüz. Nesillere ve taze yavrulara merhamet gösteriniz. Onlar hizmet ve şefkat bekler. Hizmetlerini seve seve ve bir ibadet zevki içinde takip ediniz. Bazı kereler isyan edebilirler, isyanlarını sabırlı karşılayınız. Düşününüz ki, siz günde Rabbinize kaç defa isyan ediyorsunuz, fakat cezanız hemen verilmiyor. Siz de hemen ceza yoluna gitmeyiniz.

     Çocukları hazırı yiyen kuşlar haline getirmeyiniz. Onlara zaman zaman görebilecekleri işler veriniz ki, kendilerine olan güvenleri artsın. Hazıra alışan çocuk, hayatın hep böyle olacağını sanır. İleride bir sıkıntı ile karşılaşınca çöküverir. İnsan, kasalarının altınla dolu olduğuna güvenmemeli, evladını hünerli, irfanlı ve sanat ehli olarak yetiştirmelidir. Zaman olur altın biter, ama sanatkârın cebi parasız kalmaz. Hüner sahipleri her yerde izzet ve ikram görürler.

     Bir zamanlar hünerler elde etmiş bir çocuk vardı. Yaman bir çocuktu bu… Bir papaz bir gün Müslümanların şehrine geldi. Orada bir de kilise vardı. Öyleydi de papaz kilisenin nerede olduğunu bilmiyordu. Yolda bir çocuğa rastladı: “Ey iyi çocuk, bana kilisenin yolunu gösterir misin?” dedi. Gönlü iman nuruyla pırıl pırıl olan çocuk: “Olur, gel peşimden, seni kiliseye götüreyim.” dedi. Yolları yürüdüler ve kilisenin kapısına vardılar. Papaz, şeytani bir gülüşle sırıttı. Bu çocuğu ağına düşürmek, Müslümanlıktan koparmak istiyordu. Çocuğa: “Ey yavrum, bir gün kiliseye gel, sana cennetin yolunu göstereyim.” dedi. Çocuk, kıkır kıkır güldü: “Sen mi cennetin yolunu göstereceksin?” dedi. Papaz: “Evet, ben.” dedi. Çocuk: “Buna inanmam ve buna imkân yok.” dedi. Papaz: “Niçin imkân olmasın?”dedi. Çocuk: “Şunun için ki; daha sen dünyadayken bir kilisenin yolunu bilemedin de sana onu ben gösterdim. Kilisenin yolunu bilmeyen bir adam, bana cennetin yolunu nasıl gösterebilir?” dedi. Papaz dondu kaldı, anladı ki buna şeytani silah işlemez.

     Evet, gençlerimize, çocuklarımıza Cennet’in ve saadetin yolunu göstereceğiz diye çengel atanlar oldu. Oldu da zenginden alıp size vereceğiz, bu köşkler, bu yalılar, bu mercedesler hep sizin olacak diyerek kandırılan zavallı gençler nihayet zindanları boyladılar. Kimileri de kurşunlara hedef oldu. Hala anarşiyi hortlatmak isteyenler vardır ve gençlerimize nice ateşten tuzaklar hazırlanmıştır.

     Bir kere düşünün ki, Hz Ali (RA) ta gençti, Hz Bilal (RA) ta gençti, Hz Ammar (RA) ta gençti. Fakat Peygamber (SAV)’in sevdasıyla yürekleri doluydu. Hiç bir zalim o yüreklerden imanı söküp alamadı. Fatih te gençti. Ne var ki, hiçbir zaman gençlik enerjisini, nefsin ve hevanın yolunda harcamadı. Milletine İstanbul gibi bir diyar hediye etti. Bütün bunlar yürekteki imanın sağlamlığına ve kemaline delalet eder. İmanlı yetişen nesiller milletin yüz akı olacak; ilimde, hikmette, sanatta ve hünerde herkesi hayran bırakacaktır.

     Gençleri yemesine-içmesine, giyimine, gezmesine dikkat eden, fakat ruhunu aç bırakan cemiyetler yarınından saadet beklemesin. Ruhu, Muhammedi gıda doyurulmayan o nesil, yarın milletinin başına bela kesilecektir. Düşünelim ki, sınır boylarında nöbet tutan masum Mehmetçiğe kurşun sıkanlar, gökten inmedi. Polis karakollarına bomba atanlar, Merkür’den gelmedi. Aziz vatanı, aziz bayrağı, aziz toprağı, aziz milleti hor görenler, nebat gibi yerden bitmedi. Rüzgâr ekenin fırtına biçeceği unutulmamalıdır. Herkes ektiğini biçecektir.

          SADİ, ne güzel der:

     “Ey saf kişi! Suyu daha taşmadan, pınar başında bağla, kapat. Çünkü çoğalıp ta ırmak halini alırsa kapatamazsın. Ateşi bugün söndürmek mümkünken söndür, çünkü bir kere parlarsa cihanı yakar. Düşmanı okla öldürmek mümkünken öldür, yayını kurmaya bırakma. Yılana acıyan kimse bilmez ki, ona merhamet Âdemoğullarına zulümdür. Herkese acımak, iyilik etmek makbuldür, fakat halkı incitenlerin yarasına merhem koyma.”

     Öyle ya, zalimin ensesini okşamak, mazlumun ciğerine hançer sokmak gibidir. Zalim kuvvet bulursa mazlumları inletir. İşte milletlerin annelerini ağlatanlar, ne yazık ki yaralarına merhem sürdüğümüz insanlardır.

     Ey İnsanlar! Ecel eli göç davulunu çalmadan kendimize gelelim, nefsimizi ve neslimizi iki dünyanın afetinden koruyalım. Çünkü onlar bize Allah emanetidir ve bir imtihan sebebidir. Allah bu konuda şöyle ferman buyuruyor:

وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ:

     “Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak birer imtihandır; mükâfatın büyüğü ise Allah katındadır.”   (ENFAL SURESİ – 28. AYET)

     Elbette Allah katındaki mükâfat devamlı ve ebedidir. Dünyadaki nimetlerse hepsi geçici şeylerdir. Dünyaya meyleden, Ahiretini ve ebedi hayatını düşünmeyen, neslini ve nefsini, taş ve insan olan Cehennem ateşinden korumayan kimse, dünyanın en bedbaht insanıdır ve o ahirette ziyana uğrayacaktır. Zaman korkunç değişiklikler getirdi. Fitneler zuhur etti, kalplere ve gönüllere türlü inanç tohumları atıldı. Bunların acı meyvesi her yerde görülmektedir. Elini ateşe sokan kişinin eli yanacağı gibi, neslini bu ateşlerden korumayanların da akıbeti hüsran olacaktır.

     Şu hadise gözü bakıp ta gönlü uykuda olanlara ibret olmalıdır:

     Bir ananın küçük bir oğlu vardı. Çocuk bir gün yumurta çaldı, anasına getirdi. Annesi: “Evladım, bu yumurtayı nereden aldın?”diye sormadı bile… Çocuk biraz daha büyüdü. Derken bir tavuk çaldı. Kadın yine bir şey demedi. Çocuk çalıp çalıp getiriyor, anne hiç sormuyordu. Günler, aylar geçtikçe, çocuğun hırsızlığı da o oranda büyüyordu. Çünkü ona hırsızlığın kötü bir şey olduğunu kimse söylememişti. Nihayet çala çala meşhur bir eşkıya haline geliverdi. Yol kesmeler, kervan soymalar hep ondaydı. O kadar ki, devletin başına büyük bir bela kesilmişti. Gün geldi, bu azılı eşkıyanın üzerine asker gönderildi ve kıskıvrak yakalandı: “Haydi, hesap ver.” dediler. Nasıl hesap versin ki? Hesap veremedi ve mahkeme idamına karar verdi. İdam sehpasında son isteği soruldu. Anasını istedi. Getirdiler. Anasına: “Anacığım, o güzel dilini uzat ta öpeyim.” dedi. Anası, dilini çıkardı. Eşkıya evlat, anasının dilini ısırarak kopardı ve şöyle dedi: “Benim bu hale düşmeme, eşkıya olmama tek sebep işte bu dildir. Bana doğruyu ve yanlışı öğretmediği gibi yanlışlarıma aferin dedi.”

     Bu hadisenin tersi de olabilir. Ama eğitimini iyi verebilirsen. İşte örnek:

     “Dertli adamın biri, bir gün bir çuval kaybetti. Nereye koyduğunu, kime verdiğini unuttu. Aramadığı, taramadığı yer de kalmamıştı. Ne var ki çuvaldan eser yoktu. Bu dertle namaza durdu. Adamın bir de küçük bir oğlu vardı ki, gönlü hikmet yuvasıydı. Adam aceleyle namaza durdu, aceleyle bitirip selam verdi. Namazda da hep çuvalı düşündüğünden yüzünde bir ışık parladı: “Yavrucuğum, çuvalı koyduğum yeri şimdi hatırladım. Git filan yerden al, getir.” dedi. Nur yumağı çocuk, babasının bu haline hayret etti. Babası namaz mı kılıyordu yoksa çuval mı arıyordu? Çocuk: “Ey babam, namazı yeniden kıl. Çünkü sen namaz kılmıyor, çuval arıyordun ve nitekim çuvalı buldun ama namazı kaçırdın. Böyle bir namazın kimseye bir faydası dokunmaz.” dedi. Baba, değirmen taşları gibi döne döne, dedi ki: “Gerçek dersin oğlum. Bu namaz olmadı. Ben çuvalla yattım, çuvalla kalktım.”

     Zaman zaman böyle üstün idrake malik çocuklar da olur. Zaten çocuk billur bir su gibidir. Yolunu ne tarafa verirsen oraya akıp gider. Bütün mesele yolun güzel çizilmesidir.

     Peygamberimiz (SAV) şöyle buyuruyor: “Her biriniz çobansınız ve her biriniz sürüsünden sorumludur. Kişi, ehli ve evlad-ı iyali üzerine bir çobandır, aile efradından sorumludur. Kadın, kocasının evinde bir çobandır, ev işlerinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malında çobandır, muhafaza hususunda sorumludur. Her adam, babasının malında bir çobandır, salahiyetlerinden sorumludur. Hülasa her biriniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.”

     Demek ki, Herkes, kadın-erkek, hükümdar-vezir, amir-memur, omzuna aldığı vazifeden sorumludur. Vazifeler tam yapılır, İlahi sorumluluk esası üzerine görülürse, dünya ve ahiret saadeti insanın yüzüne gülümser. Vazifeler ihmal edilince de hayatın tadı kaçar. Artık ne dünya huzuru, ne de ahiret saadeti vardır. Bu sebepledir ki Hz Ömer (RA):

     “Yol üstünde bir karınca ezilse, Yine Ömer mes’ul, hiç değil kimse”   demiştir. Ve yine:

     “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu; Adl-i İlahi yine Ömer’den sorar onu”

Diyerek uykuları kaçmıştır. Bu üstün irfan, bu ulvi idrak kimde vardır?

     Sözü daha fazla uzatmanın anlamı yok. Hepimiz bu hususta sorumluyuz ve vazifemizi tam olarak yapmış değiliz. Eğer nesillerin taze gönüllerine iman çiçeği atabilseydik, anarşi ve ahlaksızlık bu kadar boy vermeyecekti.

     Ne diyelim? Rabbimizin İlahi rahmetine iltica ediyoruz.

883">