paylaş
FaceBook

http://islamisigi.de/images/onmenuresimleri/54-farz.png

İslâm, tevhid dînidir. Bu sebeple, tevhid inancına aykırı olan her düşünce ve davranışı ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Hiç şüphesiz bunun başında da şirk gelmektedir. Zira şirk; Allâh’ın varlığına inanmakla beraber O’nun tek olduğunu kabul etmemek, Allah’tan başka tanrılar edinmektir. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakikat şöyle beyân edilmiştir:

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allâh’a îman ederler.” (Yûsuf, 106)

Lâkin Cenâb-ı Hak, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamayacağını ve şirk koşanların amellerinin boşa çıkacağını şöyle haber vermektedir:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz…” (en-Nisâ, 48)

(Rasûlüm!) Şüphesiz Sana da Sen’den öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: «Andolsun Allâh’a ortak koşarsan, işlerin mutlakâ boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!»” (ez-Zümer, 65)[1]

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i şerîflerinde:

“Her kim Allâh’a bir şeyi ortak koşarak ölürse Cehennem’e girer.” buyurmuşlardır. (Müslim, Îmân, 150)

Ebû Bekre Nüfey İbni Hâris  -radıyallâhu anh-’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defa ashâbına sormuştu. Onlar da:

“–Evet, yâ Rasûlâllah!” deyince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Allâh’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek!” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

“–İyi dinleyin; bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” (Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1)

t İslâm’da şirki çağrıştıran söz ve davranışlar dahî hoş görülmemiştir. Nitekim ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in komutasında Hudeybiye’ye gittiği gece yağmur yağmıştı. Bunun üzerine münâfıkların lideri Abdullah bin Übey:

“–Bu yağmur, güz mevsimi yıldızının işidir! Şi’râ yıldızından dolayı bize yağmur yağdı.” dedi.[2] Ardından Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına sabah namazını kıldırdı. Selâm verince yüzünü cemaate döndü ve:

“–Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?” buyurdu. Ashâb-ı kirâm büyük bir teslîmiyet içerisinde:

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Allah buyurdu ki: «(Bu gece) kullarımdan kimi mü’min kimi de kâfir olarak sabahladı. Kim, Allâh’ın fazlı ve rahmetiyle yağmur yağdı derse o Bana îmân etmiş, yıldızın yağmur yağdırdığını inkâr etmiştir. Kim de yıldızın şöyle doğup batmasıyla yağmur yağdı derse, Ben’i inkâr etmiş, yıldıza îmân etmiştir.»” buyurdu.  (Buhârî, İstiskā, 28; Müslim, Îmân, 125)

Zira güç ve kudretin yegâne sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Hattâ Rabbimiz, bu hususta kullarının yanlışa düşmemesi için birçok zaferde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında bizleri şu ifâdelerle îkaz buyurmuştur:

(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. (Ey Rasûlüm!) Attığın zaman Sen atmadın, fakat Allah attı…” (el-Enfâl, 17)

“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)

Unutulmamalıdır ki, tevfîk ve inâyet, dâimâ Cenâb-ı Hak’tandır. Bu sebeple kul hiçbir zaman “Ben başardım” dememelidir. Zira “Ben yaptım, ben kazandım” dediği zaman kaybeder. Zira bu şekilde “Ben” demekte kibir ve azamet vardır. Allah da yoktan var ettiği kulunun haddini bilmeyip büyüklenmesine gazap eder.

Hazret-i Câbir  -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısına gittim. Kapıyı çaldım.

«–Kim o?» buyurdular.

«–Ben!» cevâbını verdim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «ben» lâfzını kullanmama râzı olmadılar.” (Buhârî, İsti’zân, 17)

Hazret-i Mevlânâ bu hâdiseyi şu şekilde anlatır:

“Kalbi yanık âşık, yârin kapısını tıklattı. Ancak «Kimsin?» suâline «Benim!» deyince, yâr:

«–Git! Senin için içeriye girme zamanı değildir!.. Böyle mânevî nîmetler sahasında ham ruhlara yer yoktur!..» dedi. O zavallı kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yârin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı.

O yanık âşık, iyice pişerek geri döndü. Tekrar yârin hânesi tarafına geldi. Dudağından terbiyesizce bir söz fırlamasın diye binbir endişe, korku ve edep ile kapının halkasını vurdu.

Yâri:

«–Kapıda olan kimdir?» diye seslenince;

«–Ey gönlümü almış olan!.. Kapıdaki de sensin!..» cevabını verdi.

Yâri de:

«–Madem ki şimdi benim gibisin; Ey benden ibâret olan!.. Gir içeri!.. Bir ev içine iki “ben” sığmazdı.» dedi. Ardından ekledi:

«–Ey nefsini bir yılda yenip alt eden kişi! Gel, içeriye gel! Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın! Görünüşteki ikiliği bırakıp artık ben olansın!»”

Yine Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Her kim ki, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse «لَا» (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmazlar.”

t İbadet ve sâlih amellerde Allah rızâsından başka gâyeler taşımak ve ihlâsı yok eden riyâ ve gösterişe kaçmak da gizli şirke düşmek demektir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında ashâbına:

“–Dikkat ediniz; hakkınızda Deccâl’den daha çok korktuğum şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi?” diye sormuştu.

Sahâbîler:

“–Buyur yâ Rasûlâllah!” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Korktuğum bu şey, gizli şirktir. Meselâ namaza duran birini düşününüz. Bu kimse bir başkası tarafından gözetlendiğini fark ettiği için namazını özenerek kılıyor.” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

Bilinmelidir ki, Cenâb-ı Hak’tan gayrıyı hedefleyen her ibadet, artık bir ibadet değil, bilâkis büyük bir cürümdür.

Dolayısıyla sırf insanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızâsını hem de insanların takdîrini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.

Mesela bir kimse sağlığında câmi, mektep, Kur’ân kursu gibi bir hayır eseri yaptırır da, sonra da ona nâmını yaşatmak niyetiyle kendi adının verilmesini şart koşarsa, bu amelinin ecrini zâyî etmiş olur. Ancak vefat ettikten sonra kendisinin hayır-duâlarla anılmasına vesîle olması niyetiyle, âilesi veya evlâtları tarafından o hayır eserine adının verilmesinde bir mahzur yoktur.

Yani yapılan işleri Allah katında değerli kılacak olan, bizim ihlâs ve samimiyetimizdir. Hakk’a takdim ettiğimiz amellerimizin sadece Rabbimiz tarafından bilinmesine ehemmiyet gösterip, halka pazarlamaya çalışmamamızdır. Zira bir hadîs-i şerifte, yaptıkları sâlih amelleri halka pazarlayanlara, kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’ın şöyle buyuracağı bildirilmiştir:

“Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız/amellerinizi göstermek istediğiniz kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?” (Ahmed, V, 428, 429)

t Bâzı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Benim şu ihtiyacımı gider! Bana şifâ ver! Şu hususta bana yardım et!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları da, şirke kapı aralayan bir yanlıştır. Gâyet hassas olan tevhid akîdesinin özünü zedeleyen bu ve benzeri câhilâne söz ve tavırlardan şiddetle sakınmak îcâb eder. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şu ifâdeleriyle Hazret-i Ebû Bekir’i gizli şirke karşı uyarmış ve bu hususta Allâh’a sığınmasını öğütlemiştir:

“Canım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki gerçekten şirk, karıncanın deprenişinden daha gizlidir. Sana, söylediğin zaman şirkin azını ve çoğunu senden giderecek bir şey söyleyeyim mi? De ki;

«Allâh’ım! Bildiğim hâlde şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmeden şirk koştuysam Sen’den mağfiret dilerim.»” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, I, 250)

Velhâsıl en büyük zulüm olan şirk, kulu ebedî olarak Cehennem’e dûçâr eder. Şirk koşmak, inkâr etmek veya münâfıklık yapmakla kul, Rabbine ve tevhid ehline hiçbir zarar veremez. Fakat kendisini ebedî azâba müstahak ettiği için, nefsine en ağır şekilde zulmetmiş olur. Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:

“İnsanlardan bâzıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde; «Allâh’a ve âhiret gününe inandık.» derler. Onlar (kendi akıllarınca) güyâ Allâh’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (el-Bakara, 8-9)

Bizler de Rabbimiz’e, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu duâsıyla ilticâ ediyoruz:

“Allâh’ım; fakirlikten, küfürden, şirkten, nifaktan ve görüp duysunlar diye yapılan amelden Sana sığınırım.” (İbn-i Hibbân, Sahîh, III, 300)

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ayrıca bkz. el-En’âm, 88.

[2] Vâkıdî, Megâzî, II, 590.

883">