paylaş
FaceBook

Abdullah, Ab­dül­mut­ta­lib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi.[1]Sîret ve su­rette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.

Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Mu­hammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlı­lık bahşetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldi­ğinin farkında değildi.

Ab­dül­mut­ta­lib’in, Oğullarıyla Konuşması

Artık oğullarının onu da büyümüştü.

Vaadini unutmayan Ab­dül­mut­ta­lib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râzı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?”

Ab­dül­mut­ta­lib, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bi­liyordu. Şöyle dedi:

“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve ok­ları bana ve­rin!”

İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri ok­danlığından bir ok çekti; üzerine kendi ismini yaz­dıktan sonra, babasına uzattı.

Okları toplayan Ab­dül­mut­ta­lib, doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.

Böyle durumlarda, Ku­reyş, bu usûle başvururdu.

Kur’a Çekilişi

Kâbe’nin yanına varan Ab­dül­mut­ta­lib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elin­deki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Ab­dullah!”

Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah...”

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki bir an “Ola­maz!” diyerek haykı­racak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi irade­siyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde, yüzünü Kâbe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.

Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Ab­dül­mut­ta­lib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdul­lah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:

“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kar­deşlerin arasında sana ihsan etti!”

Ab­dül­mut­ta­lib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kur­ban edilecek?”

Ab­dül­mut­ta­lib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Ab­dül­mut­ta­lib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Ab­dul­lah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Ku­reyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Ne yap­mak isti­yor­sun?”

Ab­dül­mut­ta­lib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban ede­ceğim!”

Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalga­landı. Müdahale ettiler. “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dediler. “Bu nasıl olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle ya­parsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”

Bütün kalabalık, Ab­dül­mut­ta­lib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da... Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti ve bu sö­zünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğîre ortaya atıldı ve “Ey Ab­dül­mut­ta­lib!” dedi. “Vallahi, meşru bir mâ­zeret ol­ma­dıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”

Ab­dül­mut­ta­lib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve ken­di­sine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat çelikten iradesi bir türlü gevşemi­yor­du.

Ku­reyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu se­fer şöyle bir teklifte bulundular:

“Ey Ab­dül­mut­ta­lib! Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gi­der. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için de bir çare bulur. ‘Ab­dullah boğazlanacak’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin!”[2]

Bu fikir, Ab­dül­mut­ta­lib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de ol­duğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi bul­dular.

Ab­dül­mut­ta­lib, durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu: “Sizde bir insanın diyeti nedir?”

Ab­dül­mut­ta­lib, “On deve” dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on de­ve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kur­ban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında deve­lerin sayısına bir diyet mik­tarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden râzı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazla­yıp kur­ban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi râzı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban ol­maktan kurtarmış olursunuz” dedi.[3]

Ortaya konan çareyi uygun bulan Ab­dül­mut­ta­lib, sevinçten uçacak gibi ol­du. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Ab­dül­mut­ta­lib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.

Kur’a Neticesi

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.

Ab­dül­mut­ta­lib, biricik oğlu Abdullah’ı ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâ­hin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile on deve arasında kur’a çekile­cek­ti.

Ab­dül­mut­ta­lib, sevinç içinde memura “Çek!” dedi.

Çekilen ok Abdullah’a çıktı!

Develerin sayısını yirmiye çıkardılar.

Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!

Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.

Develer kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.

Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!

Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! San­ki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Ab­dül­mut­ta­lib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.

Nihayet, develerin sayısı yüzü buldu.

Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok, de­velere çıkmıştı!

Herkes gibi Ab­dül­mut­ta­lib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat onun bu se­vinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; ta ki kal­bim mutmain olsun!”

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.

Bu sevincini Ab­dül­mut­ta­lib, “Allahü Ekber, Allahü Ek­ber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.

Böylece Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Ab­dül­mut­ta­lib, yüz devenin Safâ ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etle­rinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, kö­pekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.

O günden itibaren, Ku­reyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin yüz deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.[4]

Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.[5]

Hz. Abdullah’ın İffeti

Aynı gündü.

Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Ab­dül­mut­ta­lib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’­nin yanından geçerlerken, baba­sından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu ka­dın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nev­fel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mu­kaddes ki­tapları okumuş, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatlarını gör­müş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kim­sede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâ­sebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, adeta güzelliğini ve if­fetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:

“Delikanlı, biraz dursana!”

Abdullah durdu.

Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyo­ruz” diye cevap verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. “Abdullah “ dedi. “Benimle şimdi evlenir misin?”

Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.

Fakat Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hale getirdi. “Eğer” dedi. “Benimle evlenme­yi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”

Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini ser­gileyen şu cevabı verdi:

“Haram öyle acıdır ki ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”[6]

Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hay­ranlığı birleşti­ren bakışları önünde yoluna devam etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı ka­dınla Mekke sokak­la­rında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve has­ret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dur­sun, çok donuktu.

Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Halin değişmiş!”

Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur kar­şısında ken­dimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.

Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu.

Çünkü o nur Kâinatın Efendisine hamile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.

Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu de­likanlıya bütün Ku­reyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama yüzündeki parlaklı­ğın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâlâ’nın ona Ahir zaman Peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!

Hz. Abdullah’ın, Hz. Âmine’yle Evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında per­vane gibi döndürüyordu. Fakat o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmi­yor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.

Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Ab­dül­mut­ta­lib, bir an evvel onu mesut bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Ab­dül­mut­ta­lib, bunu bulmada gecikmedi. Be­nî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menaf’ın yanına vararak, kızı Âmi­ne’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve se­vinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:

“Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık! Âmine’nin annesi, geçen­lerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yer­­leri ve gökleri tut­muş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gör­­düm. Bana, ‘Ab­dül­mut­ta­lib’­in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhla­rı­nı ben kıydım! Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın te­si­ri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duru­yordum!”

Bunları duyan Ab­dül­mut­ta­lib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.

Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Ku­reyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denk­ti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada yirmi dört yaş­larında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya geti­recek mesut aile yuvası kuruldu.[7]

Hz. Abdullah’ın Vefatı

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin al­nında parlamaya başladı. Demek ki artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine ha­mile idi.

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.

Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.

Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yok­tu. Sadece acı ha­beri vardı.

Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’­de has­ta­lanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmış­lardı.

Bu haberi alan Ab­dül­mut­ta­lib, derhal oğlu Hâris’i Medine’­ye gön­derdi. Ha­ris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bit­miş­ti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccaroğullarından Nâbiğa’nın evinin avlusuna defnedil­mişti.

Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir an­da mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Ab­dullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sînesine alışı, Ab­dül­mut­ta­lib ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların te­essürüne iştirak etti.

Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek im­kân­sızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Gün­lerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın göz­yaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dün­yaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.

Hz. Âmine, hadiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şii­rinde şöyle dile getirdi:

Artık Mekke’nin Betha kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğulla­rı­nın şânından mahrum kalacak artık!

Ölümün davetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.

Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.

Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

Ne yazık ki ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi![8]

Hz. Abdullah’ın Bıraktığı Miras

Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dün­yaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece müte­vazı bir miras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir cariye, beş deve, birkaç ko­yun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş pa­ra.[9]

Fakat geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı bir evlat bı­raktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.)...

[1] Ab­dül­mut­ta­lib’in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (Abdü’l-Uzzâ) [İbn Hişam, c. 1, s. 113; İbn Sa’d, c. 1, s. 88].
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 89.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 95-96.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 94.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 100.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 167; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 100.

883">